Hem Dücane Cündioğlu’nu hem de Mücahit Bilici’yi yıllardır okur, istifade ve takdir ederim. Her ikisinin de ancak ilahi inayetle aşılabileceğine inandığım beşerî zaaf ve sınırlarımız çerçevesinde, üstad Necip Fazıl’ın çarpıcı terkibiyle fikir çilesi ve namusunu haiz olma ayrıcalığıyla mümeyyiz azınlıktan olduğunu düşünürüm. Ayrıca merhum Namık Kemal’e atfedilen ‘Bârika-i hakikatin müsâdeme-i efkârdan doğduğu’ fikrini de değerli ve haklı bulurum. İşte bu nedenlerle, Bilici’nin “Dücane Cündioğlu naifliği diye bir şey” (Serbestiyet, 13 Nisan 2024) başlıklı yazısı münasebeti ve hakikat kıvılcımının çakmasına vesile olması ümidiyle fikirleri çarpıştırma ameline mütevazı bir katkıda bulunmak istiyorum.
Bilici, Cündioğlu’nun yaptığı şeyi ‘dâvâ felsefeciliğini (misyonerce düşünceyi) felsefe sayılmaktan çıkarma çabası’ olarak pek güzel tasvir etmiş, zira Cündioğlu öyle anlaşılıyor ki ‘ön kabulsüz başlamayan’ ve/ya kendi ön kabullerini sorgulamayan düşünce sistemlerini felsefe tanımı içinde görmek istemiyor. Bilici, Cündioğlu’nun gerek dini gerekse seküler dâvâlara ayrım gözetmeksizin uyguladığı tutarlılık ilkesine göre Marksistlerin gerçekten de tutarsız olduğunu ancak onun bu tutarlılık ısrarının doğru ve haklı olmadığını söylüyor. Felsefe tarihinin ‘ön kabulleri haram kılma’ ilkesini doğrulamamasını bu görüşü destekleyen bir delil olarak sunuyor. ‘Tutarlılık ısrarının aklı tarihselleştir(e)memekten kaynaklandığını’, oysa ‘Tarihin dışında bir aklın (ve dolayısıyla zamanlar üstü bir eleştiri imkanının) mevcut olmadığını’ ileri sürüyor.
Ben Bilici’ye ‘Asıl maharet bundan ari bir konumun olmadığını görmek, kabul etmektir’ derken kastı eğer ön kabulsüz bir konumun mevcut olmadığı ise katılıyorum, zira mutlak ön kabulsüzlük hiçlik demektir ve hiçlik tanım gereği herhangi bir imkân ya da yere tekabül etmez, dolayısıyla olmayan bir yerden başlamak da mümkün değildir (ex nihilo nihil fit). Örneğin Nasr’a göre Heidegger, ‘Varlık’ı sıfırdan kurmayı denemiş ancak başaramamıştır.’ Hakikaten, modern zamanların tarihsel illüzyon ve mitlerinden birisi işte bu gerçekleşmesi mümkün olmayan ‘ön kabulsüz (dogmasız) pozisyon’ fikridir. Bu bakımdan Cündioğlu’nun bir yandan dini ve seküler putları kırmaya çalışırken diğer yandan peşinden koştuğu ve davet ettiği modern ‘ön kabulsüzlük’ dogması yüzünden, muhtemelen farkında olmadan, yeni bir putun ikamesine hizmet ediyor olduğu söylenebilir.
Fakat öte yandan Bilici’nin kendisi de pek çok düşünür ve entelektüeli tabiri caizse baştan çıkaran bir başka modern illüzyonun, ‘Tarihin dışında bir aklın (ve dolayısıyla zamanlar üstü bir eleştiri imkânının) mevcut olmadığı’ düşüncesinin tuzağına yakalanmış gibi görünüyor. Schuon’dan mülhem felsefi rölativizm olarak adlandırmak istediğim bu tuzak, Kant’tan Kierkegaard’a, Nietzsche’den Freud’a nice devi ya ayartmış ya da dikkatinden kaçmayı başarmıştır.
Felsefi rölativizm neden bir illüzyondur? Çünkü eğer ‘Tarihin dışında bir akıl mevcut değilse’ ya da biraz tadille insan aklının tarih üstü bir yönü veya tarih üstüne erişimi yoksa o zaman ‘Tarihin dışında [kalan] bir aklın mevcut olmadığı’ düşüncesi de tarihsel demektir ki bu onu kendi kendini geçersiz kılan bir düşünce yapar. ‘Onlar tutarsız ama Cündioğlu haklı değil. Yani muhatapları tutarsız çıksa bile bu Cündioğlu’nu doğru yapmıyor.’ Eğer bu ifadeler de tarihsel ise Cündioğlu başka bir zamanda haklı ve doğru olabilir demektir ve bu, haklılık ve doğruluğun bile izafi olduğu anlamına gelir. Aklın tarih üstüne erişiminin olmaması izafi olmayan hiçbir şeye erişiminin olmaması demektir. Oysa normal her yetişkin insanın mutlaklık kavramının ne demek olduğunu kolayca idrak ettiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Üstelik mutlaklığı idrak etmeden izafilikten nasıl söz edilebilir? Haklılık ve doğruluk bile izafi olduğunda bunların da başka birer put olduğunu söylememek için geriye ne gibi bir neden kalır? Bunun nihai anlamı şudur: eğer Bilici haklıysa ve ‘Tarihin dışında bir akıl mevcut değilse’, Cündioğlu’nun putunu kırarken kendi tarih ya da tarihselcilik putunu inşa ediyor demektir.
İlk bakışta iki seçenek varmış gibi görünüyor: ya put olmayan herhangi bir şey yoktur ya da put olmayan en az bir şey vardır. Fakat biraz daha dikkatli bakınca aslında ilkinin gerçek bir seçenek olmadığı anlaşılıyor, zira put olmayan herhangi bir öncülün mevcut olmadığı fikri bir yandan kendisinin de bir put olduğunu söylüyor, diğer yandan zımnen kendisi için bir imtiyaz talep ederek geçerli ve değişmeyen tek dogmanın kendisi olduğunu ima ediyor.
İkinci seçenek tüm dogmaları geçerli kılmaz. Dogmasız felsefe yapılamaması, dogmaların gerek kendi kendileriyle gerekse birbirleriyle test edilemeyeceği anlamına gelmez. Tutarlılık istidlali (rasyonel aklın) temel soruşturma tekniğidir. Tutarlılık üzerinde ısrar etmek doğru değilse haklılık ve doğruluk üzerinde ısrar etmek de doğru olmaz. Mantık, bilim, felsefe ya da rasyonel aklın tutarlı olması gerektiği düşüncesi, bunların herhangi birisinin kutsandığı anlamına gelmez. Tarih ötesi olmak bir kutsallık ima ediyorsa aklın tarih ötesine erişebilen fakültesi kutsal demektir, ancak bu fakültenin ille de rasyonel akıl ya da mantık olması gerekmez. Tutarlılık, tam ve eksiksiz olmayı garanti etmez. Rasyonel akıl ve mantık kendi içinde tutarlı kalarak tam ve eksiksiz olmadıklarını görebilir, kabul edebilir, gösterebilir.
Belli dogmalara dayanan, kendi içinde tutarlı, ancak hakikati kavrama bakımından tam ve eksiksiz olmadığının farkında olan düşünce sistemleri kurtuluşa açılan kapı için bir anahtar vazifesi görebilir. Putların hakikate uzaklığı o kapıya yakınlıklarının ölçüsüdür. Tarih bir spiral gibi hem ilerleyip hem tekerrür ederken doğrusal ve dairesel bileşenlerden oluşan bir iz bırakır. İnsanın yaşadığı dünya, atkısı tarih üstü, çözgüsü tarihsel ipliklerle dokunmuş bir kumaş gibidir. Tarihin dairesel bileşeninde tarih üstü olan dairenin merkezidir ve insanın daireden bahsedebilmesi, o merkezin farkında olduğunun delilidir.
İçinde yaşadığımız oluş ve bozuluş alemi hareketli bir vagonun tavanına asılarak salınan bir sarkaca da benzetilebilir. Bu sembolizmde çare, huzur, kurtuluş ve tarih üstülüğü sarkacın denge noktası temsil eder. Denge bir noktadan ibaret olduğundan tanım gereği hep hareket halinde bulunmak zorunda kalan oluş ve bozuluş dünyasında zuhur edemese dahi daima doğru yönü gösterir ve yine insan aklı bu yönü tefrik edebilir. Belli bir put, tarihin belli bir anında, belli bir epistemik cemaat için o cemaatin mevcut pozisyonu ile denge noktası arasında kalıyorsa müspet, değilse menfi bir fonksiyon icra ediyor demektir.
Sonuç olarak Cündioğlu ya da başka herhangi birinin put kırıcılığı bazıları için faydalıyken diğerleri için zararlı olabilir. Fakat felsefi rölativist pozisyonlar bakımından asıl maharet ve marifet put olmayan bir faydadan söz edebilmenin tarih üstüne erişime bağlı olduğunun görülmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder