İnsanoğlu çok eski zamanlardan beri dünyaya gerçekten baktığını varsayıyordu, yani algıladığımız nesnelerin ‘zihinsel’ değil de ‘gerçek’ olduğunu. Yarı karanlıkta bir halatı yılan zannetmek gibi yanlış algılar tabi ki mümkündü, ancak algının hatalı gerçekleşmesine neden olan şartların normalde onun doğru çalıştığını ispatladığı düşünülüyordu. Ayrıca görsel algıyla ilgili bu realist anlayış, Aydınlanma diye bilinen döneme kadar sadece sıradan ve eğitimsiz insanların değil öncü filozofların da benimsediği bir şeydi. Şüphesiz aykırı düşünceler de vardı: söz gelimi Democritus, “renk, tat ve acının” sadece varmış gibi göründüğünü, “aslında sırf atomların ve boşluğun mevcut olduğunu” iddia ediyordu. Ancak bu düşünce antik dönemin egemen okulları tarafından kararlı bir şekilde reddedildi. Fakat Aydınlanma ile birlikte bu heterodoks Weltanschauung (dünya görüşü) Batı medeniyetinin eğitimli tabakası arasında neredeyse evrensel bir kabule mazhar oldu. Söz konusu değişim, 17. yüzyılın başlarında Galileo’nun birincil ve ikincil nitelikler dediği kategorik ayrımla başladı. Birincil niteliklerin, nesnenin kendisine ait olduğu söyleniyordu, dolayısıyla bunların, yine, “atomlardan ve boşluktan” oluştuğu düşünülmeye başlandı. Renk gibi ikincil nitelikler ise beşeri gözlemciye havale edildi. İddiaya göre beşeri gözlemci, bu “zihinsel” nitelikleri dış dünyaya yansıtıyordu. Kısa bir süre sonra René Descartes, bu felsefeyi daha da detaylandırıp sistemleştirerek Democritus atomculuğunun Galileo tarafından yeniden uyandırılışını güçlü bir biçimde destekledi. Böylece zemin, 1687’de Sör Isaac Newton’un Principia’yı yayımlamasıyla doğacak olan modern fiziğe hazırlanmış oldu.
Burada şu iki hususun ortaya konması gerekiyor: bunların birincisi, Newton’dan günümüze bütün Batılı bilim insanlarının dünya görüşlerinin bilerek ya da bilmeyerek bu Kartezyen ikiliğe dayanıyor olması, ikincisi, söz konusu Kartezyen iddiayı destekler en küçük bir bilimsel delilin mevcut olmaması. Oysa Alfred North Whitehead’in liderliğinde önde gelen bazı 20. yüzyıl filozofları, bu “çatallanmacı” öncülün yanlış yorumlandığını ilan etmişti. Ancak bu ilanın kayda değer bir etkisi olmadı, zira resmi ve saygın “bilimsel” Weltanschauung‘umuz, hala tümüyle Kartezyen’dir.
Üstelik nörolojinin (sinirbilim) doğuşundan sonra şimdi, söz gelimi görsel algı ile ilgili Kartezyen görüşün deneysel anlamda da ispatlandığı söylenmektedir. Örneğin, çift helis ile ünlenen Sör Francis Crick, şu meşhur bilgiyi veriyor: “gördüklerimiz dışarıdaymış gibi görünüyor, oysa görme işini yapan sinir hücreleri kafamızın içinde.”2 Bu dikkat çekici olayın hangi bilimsel yöntemlerle tespit edildiği büyük merak uyandırıyor olmasına rağmen Sör Francis bu konuya hiç değinmiyor. Anlaşılan, nöroloji adına, görenin “nöronlar” olduğunu ileri sürmek onun için yeterli oluyor. Neyse ki bir süre sonra M.R. Bennett adında bir nörolog, Oxford filozoflarında P.M.S. Hacker ile işbirliği yaparak bu iddiaya karşı çetin bir meydan okumada bulundu. Bennett ve Hacker söz konusu iddiaya şu karşılığı verdi:
Bu en azından yanıltıcıdır, çünkü algı sırasında beyin hiçbir şey öğrenmez. Algı sırasında algılayan ve bir şeyler öğrenen, o beyine sahip olan kişidir. Gördüğümüz şey, bizim dışımızda yerleşmiş olarak görünmez. Gördüğümüz şey, mecburen bedenimizin dışındadır… Onlar olmadan bir şey göremeyeceğimiz nöronlar kafamızın içindedir, ancak gören ya da görme işini “yapan” bu nöronlar değildir… “Dünyanın”, insanın kafasının içinde olmasının bir anlamı yoktur…3Bu açık ve son derece makul düşünceler şüphesiz birçok insan tarafından taze bir nefes gibi algılandı. Bennett ve Hacker’ın realist duruşunun geçerliliğini teslim etmekle birlikte algı mucizesinin gerçekten nasıl gerçekleştiği sorusu hala cevaplanmış değildir. Beynin görsel korteksindeki sinir hücrelerinin, Bennett ve Hacker’ın varsaydığı gibi temel bir rol oynadığı tabi ki anlaşılmış oldu, fakat henüz o rolün tam olarak ne olduğu açıklanmış değildir.
Crick, “beynin resmi nasıl parçaladığını görüyoruz, fakat nasıl birleştirdiğini henüz göremiyoruz”4 diyerek birçok şeyi kabul etmiş oluyor. Bu ifade, her ikisinin de yanlış olduğu ortaya çıkmış olan iki ayrı varsayıma dayanıyor. Bunların ilki, beyin tarafından “parçalandığı” söylenen “resimdir” ki bu aslında retinal bir görüntüdür ve gerçekte bir “resim” değildir, ikincisi, beyin tarafından yeniden üretilemedildiği söylenen “resimdir” ki bu da aslında baktığımız dağ ya da ağacın kendisidir.
Crick, algıladığımız şeyin ne olduğu konusunda açıkça yanılıyor olsa da beynin kendi başına bizi o algıya götüremeyeceği hususunda haklıdır. Bu kördüğümde karşı karşıya olduğumuz şey öncelikle, birçok şeyden bir tek şey çıkarma şeklindeki ontolojik zorluktur. Buradaki birçok şey, beynin görsel korteksinde yer alan muazzam sayıdaki sinir hücrelerinin açık/kapalı durumları, bir şey ise ya sadece bir görüntü ya da gerçek bir dış nesnedir. İşte, üst düzey nörologları yıllardır meşgul eden ünlü “bağlanma problemi” budur ve bu sorunun çözümü henüz ufukta görünüyor değildir.
Şunu baştan not etmeliyim: Bennett ve Hacker’ın, görsel algı konusunda kendi realist görüşlerine dayanarak bu ezici problemi aslında sanki gerçek bir sorun değilmiş gibi göz ardı ettikleri görülüyor:
Tatlı bir meltem altında salınan mavi hezaren çiçeğinin rengi, şekli, yeri ve hareketi parçalanamayacağı için (bu nitelikleri, niteledikleri nesnelerden ayırmak diye bir şey söz konusu olmadığı için) hezaren çiçeğinin rengi, şekli, yeri ve hareketi beyinde tekrar bir araya getirilemez, zira bu nitelikler ne birlikte ne de ayrı ayrı olarak beyinde bulunmazlar.5“İşte tam olarak bu karışıklık, yani tatlı bir meltem altında salınan mavi hezaren çiçeğinin, beyinde bulunan her ne ise onunla karıştırılması, nörologların ‘bağlanma problemini’ nasıl karakterize ettiklerini ihbar etmektedir” dediklerinde, “rengi hezaren çiçeğinden ayırmaktan” söz etmenin bir anlamının olup olmamasına bakmaksızın bir şüphe doğuyor. Zira Bennett ve Hacker her ne kadar “bu karışıklığın” sinirbilim camiasını derinden etkilediğini söylerken son derece haklı olsa da bu konuyu sahte bir problem gibi göz ardı etmek çok ciddi bir hata olacaktır. Zira sözünü ettiğimiz yanlış yorumlama tespit edilip düzeltilse bile sinir hücrelerinden oluşan bir mekanizmanın, hareket ve rengi de içerecek şekilde dış dünyanın bölünmez bir algısına nasıl bağlanacağı sorusu ortada durmaktadır.
Dolayısıyla burada kesinlikle otantik bir “bağlanma problemi” vardır ve genellikle nörologların dayattığı çeşitli formülasyonlarla birlikte bu problemin Kartezyen koruma altında olması, problemin ne derinliğini ne de inatçılığını azaltmaktadır. Üstelik Bennett ve Hacker’ın bakış açısından bile sonuçta çok sayıda sinir hücresini, açık ve kapalı durumlarını içerecek şekilde birbirine “bağlayan” birleştirici bir prensip olmak zorunda. Böyle birleştirici bir prensibin olmaması açıkça sinir hücrelerinden oluşan bütün bir mekanizmanın görsel algıyla bir ilgisinin olmadığı anlamına gelir. Başka bir şekilde söylersek, eğer beyin gerçekten bir bilgisayar gibi davranıyorsa ki bunda hemen hemen kimsenin şüphesi yok, gerçekte bu bilgisayarı “okuyacak”, fiziksel beyin seviyesinde muazzam sayıda çok mikroskobik parçaya ayrılmış olan bu şeyi birleştirecek bir başka şey ya da birisi olmalı. Halbuki bilim insanlarımız bu “prensibi” tasavvur etmekten de facto aciz, zira böyle bir kavram, Kartezyen Ansatz tarafından Weltanschauung’umuzdan dışlanmış durumda. Halbuki bu hayati bileşenin dünya görüşümüze yeniden kazandırılması aslında kolayca sağlanabilir. Yapılması gereken tek şey, bu unsura ‘cevhersel form’ diyen Aziz Thomas Aquinas ontolojisine bakmaktan başka bir şey değildir.
* * *
Bu gerçek, bir sürpriz değil. Sonuçta bir canlının cevhersel formu, geleneksel olarak nefis6 terimi ile ifade edilen şeyden başka bir şey değil ve çok uzun olmayan bir zaman öncesine kadar her çocuk hepimizin bir nefsi olduğunu biliyordu. Bağlanma problemine geri dönersek, belli ki sadece görsel korteksteki sinir hücrelerini değil, bedenin ayırt edilebilir tüm bileşenlerini yaşayan bir organizmanın birliğine “bağlayan” şey, işte bu nefistir. Bu hayati bileşeni attıktan sonra bir “bağlanma problemiyle” karşı karşıya gelmemizde şaşıracak bir şey var mı?
Burada tabi ki bu nefsin ya da cevhersel formun, ister sinir hücreleri, ister “atomik parçacıklar”, isterseniz başka herhangi bir şey olsun, ifade edilemeyecek kadar çok parçayı mucizevi bir beceriyle nasıl yaşayan tek bir organizmada “birleştirdiği” sorusu doğuyor. Şunu vurgulamak isterim ki cevhersel formların resmi bir şekilde yeniden tanınması bu gizemi ortadan kaldırmıyor. Şu çok açık: burada gerçekten ne olduğunu anlamak için o nefsin doğasını ve güçlerini biliyor olmamız gerekir. Ve bu noktaya gelebilmemiz için de kimilerinin ezeli kozmoloji dediği şeyden, yani insanlığın büyük bilgelik gelenekleri tarafından aktarılan kozmolojik hikmetten yararlanmamız gerekiyor. Burada bizi özellikle ilgilendiren konu, beşeri mikrokozmos gibi, büyük kozmosun da ontolojik anlamda üç parçadan oluşuyor olmasıdır: yani kozmos da insan gibi beden, nefis ve ruh unvanlarıyla anılan üç ayrı “seviyeye” cevap veren katmanlardan oluşmaktadır.7 O zaman bu üç ontolojik alanı birbirinden ayıran şey nedir? Ben bu farkın uzay ve zaman şartıyla ilgili olduğunu iddia ediyorum: zira cismani alan açıkça hem uzay hem de zaman şartına bağlıyken orta seviye (bazen “astral” düzlem deniyor) sadece zaman şartına bağlı, ruh ise bu iki şartın hiçbirine bağlı değildir. Şimdi, “nefis” ile ilgili asıl mesele, orta seviyeye ait olması, yani zamana konu olması ama uzaya konu olmamasıdır. İşte üstünde durduğumuz bulmacanın “eksik” parçası en azından buradadır: zira nefis, tam da bu mekân-üstü olma hasleti sayesinde uzaysal anlamda parçalanmış, söz gelimi beynin görsel korteksindeki milyarlarca sinir hücresini tek bir canlı organizmaya, tek bir cevhere “bağlama” yeteneğine sahiptir. Nörologların şaşırması çok doğal, zira bağlanma problemi aslında cismani düzlemde çözülebilecek bir problem değildir.
Bennett ve Hacker’a geri dönelim: algının nöronlar seviyesinde gerçekleşmediği ve “beynin ‘algılanan bir dünya oluşturmadığı’, fakat canlının bir manzarayı görmesine imkan sağladığı” konularında onlarla tamamen hem fikiriz. Benzer şekilde şu sözlerine de katılıyoruz:
Bir ağacı görmek, ağacın içimizdeki bir resmini görmek değildir, beyin böyle bir resim oluşturmak zorunda değil. Onun yapması gereken şey sadece açık ve seçik bir şekilde görmemizi sağlayacak şekilde normal görevini ifa etmek. Bir resmi parçalaması gerekmiyor, çünkü retina üzerine düşen görsel manzara ya da ışık huzmesi bir resim değildir. Beyin bir resmi tekrar birleştirmek zorunda değil, çünkü o bizim bahçemizdeki ağacı görmemizi sağlıyor, o ağacın beynimizde var olduğu iddia edilen resmini değil.Daha açık bir şekilde anlatılması oldukça zor! Fakat benim üzerinde durduğum nokta şu: bu düşünceler bağlanma probleminin çözümüne herhangi bir katkı sağlamıyor, sadece bir ağaç görmek ile sinir hücrelerinin yanıp sönmesini birbirinden ayıran ontolojik uçurumu açığa çıkardığı ölçüde bu problemin görünürdeki çözümsüzlüğüne ışık tutuyor.
Nöronları nöron, ağaçları ağaç olarak bırakarak problemi görmezden gelmek tabi ki mümkün. Fakat bu kör düğüm varlığını sürdürecek ve algılayanı, algılanan nesneye bağlayan unsur veya prensibi keşfetmediği sürece nörologdan çok filozof görevini ifa etmemiş olacak. Ve ister hoşlanalım ister hoşlanmayalım bu tartışmaya metafiziğin kaçınılmaz olarak girdiği yer işte burasıdır. Daha önce ifade ettiğim gibi ihtiyaç duyulan şey, yaşayan organizmanın cevhersel formu olarak asırlardır anılan nefis kavramı ile geleneksel olarak psişe ya da can denen bu nefis kavramının kendisinin, birleştirdiği parçaların aksine mekânsal bölünmeye konu olmadığının farkına varılmasıdır. Bağlanma problemini çözen unsur, yaşayan organizmada “mekânsal ayrışmayı aşarak” ortaya çıkan bileşkedir.
* * *
Bir ağacın sadece bir görüntüsünden farklı olarak gerçekten bahçedeki ağacın kendisini algıladığımızdan emin olduktan sonra şu belirleyici soruya ulaşıyoruz: sinir hücrelerindeki aktivite görsel algı işlemine nasıl dahil olmaktadır? Bu işlem sırasında sinir hücreleri tam olarak nasıl bir rol oynarlar? Hatta onlara neden ihtiyaç duyulur? Bu sorulara deneysel zeminde başarıyla cevap veren tek bir bilişsel psikolog tanıyorum ve ne garip ki Bennett ve Hacker onun adını bu bağlamda hiç anmıyorlar. Kariyerine 1940’ların başında Cornell Üniversitesinde bir devlet araştırma bursuyla başlayan James J. Gibson’dan bahsediyorum. Kendisi, bir pilot adayının, karmaşık bir hareketin hedef noktasını etkin bir şekilde tespit edip edemeyeceğini test eden düzenekler tasarlamış ve “retinal görüntü” denen şeydeki fiziksel verinin bu noktayı tespit etmede yeterli olmadığını hayretler içinde keşfetmiştir. O anda, görünüşe bakılırsa meslektaşlarının hala fark edemediği şu gerçeği anlamıştır: tek başına bu bulgu, görsel algı için yaygın bir biçimde kabul edilen “görüntü teorisinin” dayandığı öncülü çürütmektedir. Gibson, görüntü psikolojisiyle ilgili tüm araştırma alanlarının, örneğin retinal veriden “üçüncü boyutun” nasıl oluştuğunu açıklıyormuş gibi yapan yüzlerce makale gibi bir sürü çabanın, baştan başarısızlığa mahkum olduğunu bir hamlede fark etti.8 Özetle Gibson, görsel algı teorisinin yeni bir paradigmaya ihtiyaç duyduğunu, üstelik bu ihtiyacın çok ciddi boyutlarda olduğunu fark etmişti.
Ve böylece on yıllar boyunca sürecek zahmetli bir deneysel araştırma, safsataya pirim vermeyen ve bilimci masallara karşı olan, kararlı bir deneyci tarafından içtenlikle başlatılmış oldu. Zaman içinde bu çalışmalardan yepyeni bir teori doğuran bambaşka bir paradigma hasıl oldu. Gibson bu teoriye, normal olarak algıladığımız şeyin ne beyinde ne de algılayanın bilincinde bulunmadığını, onun aslında fizikçilerin tasavvur ettiği dünyada da değil, kendisinin çevre dediği yerde olduğunu vurgulamak üzere “ekolojik görsel algı teorisi” dedi. Dolayısıyla Gibson’ın çevre terimi benim cismani dünya dediğim şeyi hatırlatmaktadır. Sonuçta algıladığımız şeyin, insanoğlunun ezelden beri inandığı gibi, gerçekten de ya tırmanabileceğimiz bir dağ ya da bahçede üstüne çıkabileceğimiz bir ağaç olduğu açığa çıkmış oldu.
Gibson’ın devrimsel görsel algı teorisinin bir özetini burada sunmak, bu makalenin kapsamını oldukça aşacaktır.9 Bunun yerine şu sarsıcı gerçek üzerinde durmak istiyorum: söz konusu “ekolojik” teori haddi zatında Kartezyen sıkboğazı kırmış ve realizmi, aslında kimilerine göre “naif bir realizmi”, katı deneysel zemin üzerinde yeniden inşa etmiştir. Res cogitantes ve res extensae ikiz fantezileri gitmiştir! Artık ortaya çıkmıştır ki bir gülün kırmızılığı, Galileo’nun tasavvur ettiği gibi “ikincil” bir nitelik, renksiz bir dış varlığa yanlışlıkla yansıtılan zihinsel bir görüntü değildir. Dört yüzyıldır dile getirilen bu karışıklığın ardından güllerin gerçekten kırmızı olduğu ve “safların”, Aydınlanmış bilginlerden daha ferasetli oldukları anlaşılmıştır ki bu bilginler henüz bir fantezi dünyasında yaşadıklarının, daha doğrusu iddia ettikleri şeye gerçekten inanacak olsalar bir fantezi dünyasında yaşayacak olduklarının farkına varmış değillerdir.
Gibson’ın keşfiyle alakalı en önemli şeyin şu olduğunu söylemek yeterlidir: görsel algı, retinal görüntüye dayanmaz, zaten gerçekte retinal görüntü diye bir şey yoktur. Görsel algı, çevreyi kuşatan optik düzende bulunan ve Gibson’ın değişmezler dediği şeye dayanır ki bunlar aslında geleneksel filozofların form dedikleri şeydir. Dış dünyaya, “tatlı bir meltem altında salınan mavi hezaren çiçeğine” erişimi sağlayan şey işte bu formlardır. Zira Aristoteles’in çok uzun zaman önce belirttiği gibi materyal nesnelerin özleri günümüzde “madde” terimi ile adlandırılan şeyden değil formlardan ibarettir. Dolayısıyla bir dış nesnenin algılanışı ancak formlar sayesinde mümkün olabilir. Tebrikler James J. Gibson: en az on Nobel hak ediyorsunuz!
Şimdi büyük soru şu: Gibson “değişmezlerini toplama”, fiiliyatta nasıl gerçekleşir ve ayrıca çağdaş nörolojide ortaya çıkan karışıklıklar bu resme nasıl uyacaktır? Bu bağlamda belirtilmesi gereken ilk şey, “bilgisayar” paradigmasının bu işe uygun olmadığı. Kabul etmek gerekir ki bu paradigma ikincil önemi haiz bazı olguları açıklamaktadır, ancak merkezi konuya, yani hangi türden olursa olsun sadece bir görüntüyü değil hakiki cismani bir nesneyi nasıl algıladığımız konusuna geldiğimizde bize kayda değer bir ipucu sunmamaktadır. Sinir hücrelerinden oluşan bir bilgisayar, sonuçta diğer bilgisayarlar gibi, elektrik mühendislerinin Shannon bilgisi dedikleri şeyi işlemek üzere donatılmış olacaktır ve muhtemelen belli bir rol oynayacaktır. Fakat hayal gücümüzü ne kadar genişletirsek genişletelim, herhangi bir bilgisayar, isterse “etten yapılmış olsun”, örneğin renk gibi bir Gibson değişmezini ne toplayabilir ne de iletebilir.
Ayrıca söz konusu değişmezleri çevresel optik düzenden toplamak, bir hareket, aslında bir inceleme gerektirmektedir ve tek başına bu gerçek bile, bir zamanların görsel algıyla ilgili “kamera” paradigmasını geçersiz kılmaktadır. Zira kamera, ancak sabit görüntülerin birbiri ardınca gelmesini sağlamaktadır, fakat bizim hakikaten algıladığımız şey bu değildir. Algıladığımız şeyler, gözün bir kamera olarak tasavvur edilmesinden çok daha fazlasını içeren bir incelemenin sonucudur. Söz gelimi, algılama için gereken alıcılar, “microsaccades” denen çok hızlı göz hareketlerinden sorumlu kasları da içermelidir, zira bu hareketler “değişmezlerin toplanmasında” önemli bir rol oynarlar. Dolayısıyla gerçek “görsel algı cihazı”, gözler ve görsel korteks dışında insan anatomisinin önemli bir bölümünü daha kapsamaktadır. Ayrıca bu “cihaz”, doğrusunu söylemek gerekirse mekanik ya da Kartezyen terimlerle anlaşılamaz. Muhtemelen Gibson bile bunu istenen açıklıkta ifade etmemiştir, sonuçta o bir deneyciydi metafizikçi değil. Bu böyle olsa da aslında hakiki görsel algı cihazı “kendi parçalarının toplamına” indirgenemez şeklindeki sonuçtan, Gibsoncı bir toplamanın mekanik bir sürece indirgenemeyeceği anlamı çıkmaktadır.10 Aydınlanma sonrası bir zihin için anlaması ne kadar zor olsa da hakkında konuştuğumuz şey bir robot değil canlı bir organizmadır! Bir mekanizma biçimde çalışmaktan çok uzak olan algı sistemi, gerçekte yaşayan organizmanın, geleneksel olarak nefsi denen cevhersek formu tarafından canlandırılmaktadır. Dolayısıyla işte bu nefis, daha önce söylediğimiz gibi, sadece görsel korteksteki sinir hücrelerini değil, aslında tüm organizmayı “bağlamak” için gereklidir ve bu sayede o organizma, canlı ve hissedebilir olarak tutulmaktadır.
Gibson’ın görsel algı teorisi ve sonuçlarının önemini ifade etmek oldukça zor ve bu durum garip bir şekilde neden onun adını göreceli olarak az sayıda insanın duymuş olduğunun cevabı gibi görünüyor, zira Gibson’ın ortaya koyduğu buluşun, Aydınlanma sonrası Weltanschauung’u bir vuruşta devirdiği hemen görülüyor. Gerçek şu ki Gibson, Kartezyen epistemolojiyi reddederek bugüne kadar sahip olduğumuz sözüm ona “bilimsel” dünya görüşünün dayandığı temel öncülü çürütmüştür. Dolayısıyla Gibson’ın statüsünün yakın bir gelecek içinde yükseltileceğini beklemek doğru olmaz.
* * *
Evet biz gerçekten de “dış” dünyayı algılıyoruz ve bunu öncelikle görme duyusuyla yapıyoruz. Sonuçta bir Weltanschauung’tan, bir “dünya görüşünden” bahsetmemizin nedeni de bu. Bunu bir adım öteye taşıyarak diyebiliriz ki dünya bizim için bir şekilde algılanabilir ve gerçekten de öncelikle “görülebilir” bir yerdir. Öyle görünüyor ki bu, bazı öncü filozoflar tarafından fark edildi ve Democritus’un “atom ve boşluk” ontolojisi, geçmişin büyük okulları tarafından bu nedenle reddedildi. Günümüzde bu resmi değiştiren ve sonu gelmez karışıklıklara neden olan şey, Newton’dan bu yana iki ayrı ve aslında çatışan bilme yoluyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğidir. Zira doğrudan algılama yolunun yanında fiziğin modus operandi’si (çalışma yöntemi), bizi yeni ve garip bir dünyayla, yani cismani olandan ayrı fiziksel bir dünyayla karşı karşıya getirmiştir.
Sör Arthur Eddington’ın “iki masa” örneğinde dramatize ettiği şey işte bu gerçektir: bu masaların biri günlük hayatta algıladığımız masadır, diğeri “atomlardan ve boşluktan” oluşan masa. Fakat Eddington’ın hatası, bu masalardan birincisinin, algılayanın beyninde ya da hayalinde var olduğunu, gerçekte var olan tek masanınsa “moleküler” olan ikinci masa olduğunu varsaymasıdır. O, bir yandan Kartezyen çatallanmanın ve öyle anlaşılıyor ki diğer yandan kuantum dünyasına dair naif bir realist yorumun yanlış yönlendirilmesiyle aslında apaçık olan bir şeyi fark edememiştir: ne bildiğimizin, bilmenin modus operandi’sine cevap verdiğini. Dolayısıyla dünyaya duyusal algı yoluyla “doğrudan” baktığımızda aşina olduğumuz masayı (yani gerçekte var olmadığı varsayılan masayı) görürüz, fizikçinin “gözlüklerinin” arkasından baktığımızda ise moleküler masayı “görürüz”. Kısacası ne gördüğünüz nasıl baktığınıza bağlıdır.11
Fakat belirtilmesi gereken ikinci bir nokta daha var, o da şu gerçek: kuantum teorisinin ışığı altında denebilir ki moleküler masa aslında tek ve bağımsız bir varlık olarak mevcut değildir! Bahsettiğimiz iki “bilme yolu” arsında temel bir asimetri söz konusu, zira fizikçinin modus operandi’si sonuçta duyusal algıya bağlıdır, zira önünde sonunda ya bir ölçek üzerindeki işareti ya da bir fotoğraf plakası üzerindeki lekeyi okumak zorundayız. Dolayısıyla doğrudan algı yolu ötekine kıyasla şu anlamda bir önceliği haiz: fiziksel olanı cismani yolla biliriz. Bir res extensa olarak moleküler masa denen yanılgıdan kurtulmak için bu gerçeğin anlaşılması gerekiyor.12 Bu nedenle bu iki bilme yolu arasında kavramamız gereken epistemolojik bir asimetri var, öyle ki bu fark, söz konusu “iki masa” bilmecesinin çözümü için bir anahtar rolü oynuyor.
Halbuki tekerleği yeniden keşfetmek yerine saygı duyulması gereken geleneklerde mevcut, otantik metafizikten yararlanmamızı gerektiren bir zamanda yaşıyoruz. Ben Thomistik geleneği seçiyorum, zira bu gelenek, duyusal algıyı beşeri bilginin öncelikli aracı olarak tanımlamakta ve onu bu vurguyla burada ele aldığımız konuya doğrudan bağlanmaktadır. Dolayısıyla fiziğin modus operandi’sinin duyusal algıya bağlı olduğu gerçeği, bizi alıp doğrudan Thomistik zemine götürmektedir. O zaman, Thomistik ontoloji içinden konuşursak, duyusal algı yoluyla bilinen cismani alanı fiziksel alandan ayıran şey nedir? Bir Thomistin söyleyeceği ilk şey, fiziksel varlıkların münhasıran nicel terimlerle tanımlandığı olacaktır, yani fiziksel evren doğası gereği nicel bir alem oluşturur. Bu durum Skolastik zihinde şu vecizeyi çağrıştırır: “numerus stat ex parte materisae”: yani “sayı madde cenahından türer”. Bu vecizede açıkça ima edilen şey, cismani varlıkların iki ontolojik prensipten, yani morphe ya da form ile materia ya da maddeden ortaya çıktığını söyleyen hilomorfizmdir. Buradaki püf nokta şudur: ne materia ne de forma kendi başlarına mevcut değillerdir, “varlık, ortaya çıkabilmek için ikisine birden ihtiyaç duyar”. Dolayısıyla “sayı madde cenahından türer” ifadesi şunu öne sürmektedir: bu unsurlardan biri, yani forma, bizim fiziksel alem dediğimiz alanda mevcut değildir. Buradan çıkan sonuç da sırf nicel terimlerle tanımlanan bir ontolojik alanın mecburen varlık-altı olacağıdır. Ve bu noktada, özetle, kuantum bilmecesinin çözümüne sahip oluyoruz: Heisenberg’in dediği gibi bir kuantum parçacığı, saf “nicel” doğası yüzünden, aslında Aristoteles’in potentia’sından başka bir şey olmayan, “varlık ile yokluk arasında bir yerde” bulunmaktadır. Ayrıca böyle bir potentiae’yi “aktüel” hale getiren şey, ölçme eyleminden başka bir şey değildir ve bu eylem, form bileşeninin katılmasıyla gerçekleşmektedir. Öte yandan kuantum alemini, prima materia olan bu materia’dan, nicel bir yapı ile donatılmış olması sayesinde ayrılmaktadır. Dolayısıyla fiziksel alan, materia secunda ya da “ikincil” materia denen seviyeye düşmektedir. Ayrıca Aziz Thomas bir materia secunda olarak materia quantitate signata’dan bahsetmekte ve bunu “nicelikle işaretlenmiş” materia şeklinde karakterize etmektedir. Kendi adıma fiziksel alemin metafizik tasvirine bundan daha çok uyan bir başka tarif tasavvur edemiyorum.
Şimdi nakletmek istediğim şey, bu Thomistik düşüncelerin sadece kuantum dünyasının doğasına ışık tutmadığı, aslında söz konusu fiziğin metafiziksel anlamda kavranışı için de bir anahtar rolü oynadığıdır. Bu düşünceler öncelikle, Newton fiziğinin dayandığı res extensae’nin aslında var olmadığı gerçeği yüzünden tashih edilmesi gereken Newton fiziğini düzelten bir teori olarak kuantum mekaniğinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla şu baştan görülebilir: Newton fiziğinin işlevsel kavramları keskinleştikçe ve mantıksal pozitivizm gibi felsefi okulların etkisi altında daha da işlevsel bir hale geldikçe, var sayılan res extensae’nin eridiği bir noktaya ulaşılacaktır, tıpkı kuantum aleminin buğulu dünyası içinde eridiği gibi. Bu nedenle kuantum mekaniğinin, basitçe Kartezyen illüzyonlardan kurtulmuş bir fizik olduğu ve burada fiziğin kendini yeniden bulduğu açıkça görülmektedir. Kuantum teorisinin gelişimi ya da daha doğru bir ifadeyle klasik fizikten kuantum fiziğine geçiş, metafizik ve aslında Skolastik zeminde, fiziğin modus operandi’sine dayanarak tahmin edilebilecek bir şeydi.
Bu noktada şunu kaydetmek yerinde olacak: metafizik daima oyuna dahildir. Tüm tercihlerimiz doğru ya da yanlış metafiziksel doktrinlerin arasında kalır. Ve yukarıda gördüğümüz gibi Newtoncu mabet de kendi metafiziğine, yani Kartezyen bir metafiziğe sahiptir. Bu metafiziğin egemenliği günümüze kadar devam etmiştir, oysa söz konusu metafizik, kuantum teorisini hiçe saymaktadır. Dolayısıyla sorulması gereken soru şudur: doğru olduğunu bildiğimiz bir fizikle uyuşmayan bir metafizik hala nasıl benimsenebilir? Kuantum fiziği anlaşıldığında bu mümkün olmasa da o fizik anlaşılmadığında mümkün olabiliyor. Demek ki Richard Feynman haklıydı: Kartezyen Weltanschauung’a bağlı kaldıkça kuantum mekaniğini ontolojik anlamda kimse anlayamaz.
Radikal biçimde farklı bir metafiziğe ihtiyaç var ve böyle bir doktrinin, uzunca bir süredir büyük bir zevkle kötüleyip durduğumuz bir kültürde hazır bulunuyor olması şüphesiz çoğumuzu şaşırtacaktır. “Ortaçağ hurafelerinin” tekrar tekrar ispatlandığı yüzyılların ardından şimdi ayakkabının aslında yanlış ayağa giyildiği anlaşılıyor, zira Skolastik doktrinin üstünkörü bir şekilde anlaşılmasının bile kuantum teorisinin ilerleyişiyle ortaya çıkan ve en üstün entelektüellerimizi dahi çaresiz bırakan kördüğümü çözdüğünü görüyoruz.
1 Do We Perceive the Corporeal World?↩
2 The Astonishing Hypothesis (Simon & Schuster, 1995), s.104. ↩
3 Philosophical Foundations of Neuroscience (Blackwell, 2003), ss.127-8. ↩
4 A.g.e., s.159. ↩
5 A.g.e., s.139. ↩
6 İnsan için “akıllı nefis”: zira beşeri nefis, hayvansal nefislerden kategorik olarak ayrılıyor (Thomas tarafından “nebati” nefis terimiyle adlandırılan nefse sahip bitkilerin sözünü bile etmiyoruz). ↩
7 Physics and Vertical Causation: The End of Quantum Reality (Angelico Press, 2019), özellikle 6. ve 8. Bölümlere bakınız. Nefis ile ruh (psyche ve pneuma) arasındaki ontolojik fark, Aziz Paul’de, örneğin 1 Thes. 5:23’te açıkça görülebilir. ↩
8 Bu, tabi ki görsel imaj teorisinin doğru hiçbir yanının olmadığı anlamına gelmiyor. Söz konusu teori, örneğin gözlük reçetelerinde mükemmel bir biçimde çalışmaktadır. ↩
9 En iyi referans tabi ki Gibson’ın kendi klasik eseridir: The Ecological Approach to Visual Perception (Lawrence Erlbaum Associates, 1986). Genel bir bakış için Science and Myth: With a Response to Stephen Hawking’s The Grand Design (Angelico Press, 2012) adlı kitabımın “The Enigma of Visual Perception” bölümüne başvurulabilir. ↩
10 Bu arada, bu aslında, değişmezleri toplama işlemini düşey bir eylem olarak tasvir etmektedir. “Düşey” derken yine Physics and Vertical Causation (Angelico Press, 2019) adlı eserime atıfta bulunuyorum. ↩
11 Metafiziğin hakiki dostlarına, klişe gibi görünen bu gerçeğin aslında çok esaslı, hatta bir anlamda ‘esoterik’ bir metafizik hakikati ifade ettiğini belirtmek isterim. O hakikat şudur: varlık ve bilme son tahlilde birbirinden ayrılamaz. Ve şunu ekleyeyim: bu prensip beşeri realizm dediğim şeyi gerektirmektedir ki bu, yine son tahlilde varlığını sürdürebilecek tek realizm gibi görünmektedir. ↩
12 Okuyucuya hatırlatmak isterim ki böyle bir varlık mevcut değildir. ↩
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder