Ana içeriğe atla

Din ile Bilim Arasındaki İlişki


Hangi semavi dine mensup olduklarından ve dünyanın neresinde yaşadıklarından bağımsız olarak, sorunun farkında olsalar da olmasalar da, modern zamanların tüm dindarlarının ortak bir problemi vardır: din-bilim ilişkisi. Daha hassas bir tanımlamayla problemin odağında, geleneksel dini dünya görüşü ile modern bilimsel dünya görüşü arasındaki uyuşmazlık yatar. Zira geleneksel dini dünya görüşüne göre kâinat ve insan, belli bir amaca matuf, bilinçli ve kudret sahibi bir yaratıcı tarafından var edilmişken dini referanslarla bağını koparmış olan modern, seküler, bilimsel dünya görüşü bize, yaşadığımız evren ve içindeki canlıların bilinçsiz birtakım fiziksel yasalar gereği ortaya çıkmış, tesadüfi sonuçlar olduğunu söylemektedir. Geleneksel dini dünya görüşünün Tanrıdan başlayan ve şahit olduğumuz maddi/cismani dünyaya kadar inen çok katmanlı varlık hiyerarşisi, modern bilimsel dünya görüşünde tek bir seviyeye, fiziksel alana indirgenmiştir.

Modern dünya açısından dinler bir çeşit anomali halidir. Dini dünya görüşündeki vahiy ve sadık haber gibi sağlam bilgi kaynakları, bu yeni bilimsel perspektifte ya toptan reddedilmekte ya da büyük bir şüpheyle karşılanmaktadır. Neredeyse bir tür din haline gelmiş olan modern bilimsel dünya görüşü, geleneksel dinleri, modern toplumsal hayatın kenarına itmiş ve inancı kişisel bir tercih konusu haline getirmiştir. Bilimsel devrim, hakikati kendine atfederek kendisini, içeriden kuşattığı aklımıza çok güçlü bir biçimde dayatmaktadır. Bu durum söz konusu problemin farkında olan inançlı zihinlerde son derece keskin bir çatışmaya yol açar: kutsal ile dünyevi güç arasında, inanç ile bilimsel kesinlik arasında kalan bir çatışmaya.

Barbour Sınıflaması

Ian G. Barbour, bilim ile din ilişkisi bağlamında insanların şu dört pozisyondan birisini benimsediklerini söylüyor1: çatışmacılık, bağımsızlık taraftarlığı, diyalog taraftarlığı ve birleştiricilik. Çatışmacılar bilim ile dinin birbirleriyle tamamen çeliştiğine ve birbirlerinin düşmanı olduğuna inanıyorlar. Kutsal kitaplardaki ayetlerin literal anlamın dışında yorumlanmasına tamamen karşı çıkan dini guruplar ile Richard Dawkins gibi ateist bilim adamları bu sınıfa giriyor. Bağımsızlık taraftarları bilim ile dinin birbirine yabancı olduklarını ve eğer birbirlerinden yeterince uzak dururlarsa birlikte yaşayabileceklerini söylüyorlar. Bu gruptakilere göre bilim ile din birbiriyle çatışmıyor, çünkü bunlar hayatın ve gerçekliğin farklı alanlarına atıfta bulunuyorlar. Bilim, nesnel gerçekler ve bunların nasıl çalıştığıyla ilgilenirken din ahlaki değerler ve nihai anlamlarla ilgileniyor. Diyalog taraftarlığı daha çok, bilim adamları, örneğin evren neden bir düzene ve anlaşılır bir yapıya sahip gibi bilimin sınır sorularıyla ilgili konularda konuşmaya başladıklarında ortaya çıkıyor ya da ilahiyatçılar, Tanrının sıfatları veya dünya ile ilişkisi gibi konuları konuşurken bilimsel kavramları kullanılmaya başladıklarında. Birleştiriciler ise bilim ile dini tek ve tutarlı bir felsefi bakış açısı ya da dünya görüşü altında toplamak istiyorlar.

Sık Sık Gözden Kaçan Konu

Bilim-din ilişkisi tartışmalarında şu konunun sık sık gözden kaçtığına inanıyorum: modern bilimin teknolojik sonuçları ve başarıları bir şeydir, hâkim bilimsel dünya görüşünün felsefi ön kabullerinin doğruluğu başka bir şey. Diğer bir deyişle, modern bilimsel metotlarla ulaşılan deneysel ve teknolojik başarılar, seküler bilimsel dünya görüşünün ön kabullerinin ve indirgemeci gerçeklik anlayışının doğruluğunu garanti etmez. Mevcut bilimsel bilgi ve metotlarla gerçekleştirilen teknolojik başarılar ve elde edilen maddi güç, modern bilim anlayış ve metodunun maddi/cismani alana uygulanmasındaki başarıyla ilgilidir. Oysa modern bilimsel anlayış ve metotlarla elde edilen bilginin nasıl yorumlanacağı, bunların gerçeklik hakkında ne söylediği, modern bilimi sadece uygulamış olmanın oldukça ötesine geçen farklı bir alanla, bilim felsefesiyle ilgilidir. Bilimsel faaliyetle uğraşmanın kabaca iki temel nedeni var: birincisi, doğanın ve nesnelerin yapısını ve nasıl çalıştığını öğrenmek ve böylece onlara müdahale edip hükmedebilmek, ikincisi, gerçeğin ne olduğunu anlamak. Birinci amaç doğrultusunda atılan her adım, bırakın sıradan halkı, bilim felsefesine yeterince kafa yormayan birçok iyi bilim adamı tarafından bile, neredeyse tamamen sorgusuz sualsiz bir biçimde, ikinci amaç yönünde de bir ilerleme gibi görülüyor. Oysa biraz derine inildiğinde bunun böyle olmadığı hemen fark edilebilir. Neredeyse bir asırdır devam eden, kuantum gerçekliğinin ne olduğu ve nasıl yorumlanması gerektiği gibi tartışmalar, bu iddianın doğruluğunu göstermek için yeterli olmalı.

Bilim Felsefesinde Farklı Pozisyonlar

Yukarıda anlatmaya çalıştığım inanç ile bilimsel kesinlik arasında kalan keskin çatışmayı, benzer durumda olan birçok kişi gibi o ya da bu ölçüde bizzat yaşamış/yaşayan Müslüman bir fizikçi olarak mütevazı kanaatim şu: bilim-din ilişkisi konusunda en tutarlı ve en hassas felsefi pozisyon, söz konusu çatışmayı ta 1950’lerde, henüz 17-18 yaşında MIT’de fizik okurken yaşamış ve kendisini bu derin krizden kurtaran bilim anlayışını yetmiş yıldır hiç değiştirmemiş olan Prof. Seyyid Hüseyin Nasr’ın eserlerinde bulduğumuz Gelenekselci bakış açısıdır. Bu pozisyonun doğru ve eksiksiz bir biçimde anlaşılabilmesi için gerek Nasr’ın hayatı ve felsefesi, gerekse Gelenekselci Ekolün diğer öncülerinin eserleri ciddiyetle ele alınmalı.

Nasr’ın öğrencilerinden Dr. İbrahim Kalın’ın Three Views of Science in the Islamic World adlı makalesinde İslam dünyasında modern bilime karşı belli başlı şu üç yaklaşımın: etik, epistemolojik ve ontolojik yaklaşımların geliştiği anlatılıyor. Müslümanlar ve belki de diğer tüm semavi din mensupları arasında modern bilime karşı takınılan en yaygın tutum, bilimin bu seküler halinin aslında tarafsız ve nesnel olduğunu düşünen etik tutumdur. Bu anlayışa göre modern bilim, tabiat kitabını olduğu gibi, kendinden hiçbir felsefi bileşen katmadan incelemektedir. Küresel ısınma ve çevre krizi, pozitivizm, materyalizm ve fizikalizm gibi modern bilim anlayışıyla bir şekilde bağlantılı tüm problemler, bilimin öğretilmesine ve uygulanmasına eklenecek etik bir boyutla çözülebilir. Bu bakış açısına göre ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda modern batıya kıyasla oldukça geri kalmış olan geleneksel, dindar toplumların temel sorunu, modern bilimsel yarıştaki eksiklikleridir. Mehmet Akif Ersoy, Namık Kemal, Mustafa Kemal ve Said Nursi’nin modern bilim anlayışlarının, bu yaklaşıma uyduğu söylenebilir.

Epistemolojik yaklaşım olarak adlandırılabilecek ikinci anlayışta ise ana tema, modern fiziksel bilimlerin epistemik statüsü, gerçeklik iddiası, bilgiye ulaşma metotları ve toplumsal fonksiyonlarıdır. Kuhn, Popper ve Feyerabend gibi tanınmış bilim filozofları, bilimi, kendi dışlayıcı bilimsel metodu vasıtasıyla fiziksel gerçekliği açıklamaya çalışan epistemolojik bir yapı olarak görürler. Bilimi sosyal bir yapı olarak ele alan epistemolojik yaklaşım, özellikle bilim tarihi ve sosyolojisi üzerinde durur. İslam dünyasında İsmail Faruki ve öğrencileri tarafından benimsenmiş olan bu bakış açısı, bilginin İslamileştirilmesi projesini doğurmuş ve bu yolla modern bilimin epistemik hegemonyasının kırılacağı ümit edilmiştir. Ne var ki söz konusu bu Müslüman mütefekkirler, epistemik bilim anlayışının anti-realist bileşeninin dini dünya görüşü aleyhine ne ima ettiğini tamamen gözden kaçırmış gibi görünmektedirler.

Son olarak ontolojik bilim yaklaşımının merkezi konusu, modern fiziksel bilimlerin metafizik ve ontolojik temelleridir. Rene Guenon ve Hüseyin Nasr gibi mütefekkirler, tüm bilimsel faaliyetleri, prensiplerini İlahi vahyin değişmez öğretilerinden alan metafiziksel bir çerçeve içinde ele alırlar. Bu bakımdan onlar, Barbour sınıflamasındaki birleştiricilerin en iyi örneklerindendir. Nasr ve diğerlerinin temel iddiası şudur: geleneksel doğa bilimleri anlayışı ile modern doğa bilimleri anlayışı arasında hayati bir fark vardır. Geleneksel doğa bilimleri anlayışında, insanın doğadan elde ettiği bilgi türü ile Tanrının vahyettiği kutsal bilgi türünün her ikisi de tek ve aynı bilgi kavramına dayanır, oysa bu iki bilgi türü modern bilim anlayışında birbirinden koparılmıştır. Şimdi üstesinden gelmek zorunda olduğumuz doğa ve beşeri bilimlerin epistemik krizi, işte bu yüzden geleneksel bilim adamları için söz konusu değildir. Geleneksel bilim adamları aynı zamanda hem bir filozof hem de bir ilahiyatçıdırlar. Bu disiplinlerin günümüzdeki kadar birbirlerinden ayrılmaları ve yabancılaşarak düşman hale gelmeleri, insanlık tarihinde henüz çok da uzun bir dönemini kapsamış olmayan son birkaç yüzyılın meselesidir.

Faruki’nin bilginin İslamileştirilmesi projesiyle Nasr ve diğerlerinin bahsettiği Geleneksel veya daha özelde İslami Bilim kavramlarının birbirine karıştırılmaması gerekiyor. Böyle kısa bir makalede bu konuyu tafsilatıyla açıklamak mümkün değil. İlgilenen okurlar, en azından Dr. Kalın’ın bahsi geçen makalesine müracaat edebilirler.

Sonuç ve Çözüm Önerisi Sonuç olarak problemin farklı ontolojik seviyelerde ele alındığını ve dolayısıyla birbiriyle çelişen tespit ve çözüm önerileriyle karşılaştığımızı görüyoruz. Meseleye, modern bilim anlayışının dayattığı seküler dünya görüşünün doğurduğu felsefi ve beşeri problemleri dikkate almadan, gündelik hayat seviyesinde, geleneksel toplumların dünyevi geri kalmışlığı önceliğiyle bakıldığında, bu toplumların zaten büyük bir çoğunluğunun benimsemiş olduğu etik yaklaşım tercih ediliyor. Dolayısıyla çözüm, daha çok ve daha kaliteli modern bilimsel faaliyette bulunmak, din ile bilimi birbirine karıştırmamak ve modern bilim yarışında oyunun kurallarıyla fazlaca ilgilenmeden rakiplerle yüzleşmek oluyor. Bu tercihin vadettiği nihai hedef, modern batı kadar zengin ve güçlü olmak. Ancak bu yol, modern batının şimdi karşı karşıya geldiği problemleri pek önemsemiyor ya da bu problemlerin modern bilim anlayışıyla bir ilgisi olmadığını, dolayısıyla bizimki gibi dindar toplumlarda görülmeyeceğini, görülse de eklenecek etik bir boyutla giderilebileceğini varsayıyor. Bu yüzden biz bu amacı başarana kadar üstünde yaşayabileceğimiz bir dünya kalıp kalmayacağı sorusuyla yeterince ilgilenmiyor.

Soruna daha derin ve felsefi zaviyeden baktığımızda ise doğru pozisyonun ontolojik/metafizik yaklaşım olduğunu görüyoruz. Ne var ki bu yaklaşımın, pratik hayatta kitlelerce, gönüllü olarak benimsenmesi neredeyse imkânsız gibi duruyor. Bunun iki nedeni var: birincisi, söz konusu yaklaşımı doğru anlamak herkes için mümkün olmuyor, zira bu anlayış hakikaten hem modern fiziksel bilimlerde derin bir vukufiyet hem de felsefi konularda entelektüel bir yeterlilik gerektiriyor. İkincisi, geleneksel bilim anlayışı, zamanın ruhuna uymuyor ve tarihin bu aşamasında insanoğlunun toplu halde gittiği yönün tam tersini işaret ediyor. Bu bakış açısını benimsemek, akıntıya karşı yüzmeyi gerektiriyor. Bu anlayışın çözmeyi vadettiği sorunlar, dünyevi güç ve zenginlikten ziyade doğa ve beşeri bilimlerin epistemik krizi ve bilginin daha üst seviyelerine ulaşabilme meselesi.

Ben kişisel olarak tercihimi akıntıya karşı yüzmekten yana yapıyorum. Modern bilimi anlamadan ve bilmeden din adına modern bilim eleştirisi yapmanın, dine fayda değil aksine çok büyük zarar verdiğini görebiliyorum. Çözüm için önerdiğim yol şu, modern bilimi Nobel alacak kadar iyi bilip uygulayabilen ama aynı zamanda modern bilimsel dünya görüşünün felsefi ön kabullerinin farkında olan ve söz konusu bu yanlış felsefi öncüller ve sonuçlarla dünya çapında cesurca yüzleşebilen bilim adamları yetiştirmek. Halen hakim olan modern bilim anlayışının yeniden geleneksel çerçeveye oturtulabilmesinin ancak bu şekilde mümkün olduğunu düşünüyorum.



1 When Science Meets Religion, Ian G. Barbour, Harper San Francisco, 2000.
2 http://www.muslimphilosophy.com/kalin/Three_Views_of_Science_in_the_Islamic_World.doc

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Atomu Görebilir Miyiz?

Alex Klotz 1 Türkçesi: Ali Sebetci Atomların nasıl göründüğünü [araştırmak] için internete baktığınızda şunlara benzer resimler bulursunuz: Bir STM görüntüsü Üst: Bir organik molekülün görsel modeli. Alt: Aynı organik molekülün AFM görüntüsü Bir nanoparçacığın TEM görüntüsü Bu yazıda, bu görüntülerin nasıl elde edildiğinden, tam olarak neye baktığımızdan ve bir atomu görmenin gerçekte ne anlama geldiğinden bahsedeceğim. Gözlerinizle Görün [Yazının başlığındaki] itibari sorunun cevabı “görmek” ile aslında ne demek istediğimize bağlıdır. Bir nesneyi, ondan yayılan veya yansıyan ışık gözlerimize ulaştığında ve [ilgili] sinyal beynimize iletildiğinde görürüz. Çıplak insan gözünün çözünürlüğü yaklaşık 100 mikrondur. Bir atomu diğerinden tefrik eden boyut yaklaşık bir nanometrenin onda biri kadardır ve bir milyon atom genişliğindeki bir toz zerresini zar zor görebiliriz. Dolayısıyla hayır, bir atomu bu anla...

Kuantum Fiziği ve Metafizik

Ali Sebetci Malum, felsefenin metafizik tabir edilen bir alanı var. Metafizik ile kuantum fiziğinin özdeş olduğunu ya da kuantum "mantığının" tüm metafiziği kapsadığını düşünmek bana sorarsanız çok doğru olmaz. Kuantum dili metafiziği anlamada ve anlatmada çok yardımcı olabilir ama fiziksel ve/veya kuantum fiziksel varlık alanı ile metafiziksel varlık alanları birbirleriyle örtüşmezler. Hatta MIT ve UCLA de hocalık yapmış, hem çok ciddi bir matematik ve fizikçi hem de çok sıkı bir katolik olan Wolfgang Smith'e göre Tanrı, ahiret, semavi alem, ontolojik olarak yaşadığımız cismani dünyanın üzerindeyken, gerek klasik gerekse kuantum mekaniksel fiziğin tasvir ettiği dünya cismani dünyanın altındadır. Smith, bu düşüncesini The Quantum Enigma adlı eserinde ayrıntısıyla anlatıyor. Bu kitap, dalga fonksiyonu çöküşünü Aristotelyen hilomorfizme bağlayarak kuantum mekaniğinin geleneksel dini dünya görüşüne uyumlu bir yorumunu sunuyor. Din-bilim ilişkisi, Amerikan ilahiyatç...

Cismani Dünyayı Mı Algılıyoruz?

Wolfgang Smith 1 Türkçesi: Ali Sebetci İnsanoğlu çok eski zamanlardan beri dünyaya gerçekten baktığını varsayıyordu, yani algıladığımız nesnelerin ‘zihinsel’ değil de ‘gerçek’ olduğunu. Yarı karanlıkta bir halatı yılan zannetmek gibi yanlış algılar tabi ki mümkündü, ancak algının hatalı gerçekleşmesine neden olan şartların normalde onun doğru çalıştığını ispatladığı düşünülüyordu. Ayrıca görsel algıyla ilgili bu realist anlayış, Aydınlanma diye bilinen döneme kadar sadece sıradan ve eğitimsiz insanların değil öncü filozofların da benimsediği bir şeydi. Şüphesiz aykırı düşünceler de vardı: söz gelimi Democritus, “ renk, tat ve acının ” sadece varmış gibi göründüğünü, “ aslında sırf atomların ve boşluğun mevcut olduğunu ” iddia ediyordu. Ancak bu düşünce antik dönemin egemen okulları tarafından kararlı bir şekilde reddedildi. Fakat Aydınlanma ile birlikte bu heterodoks Weltanschauung (dünya görüşü) Batı medeniyetinin eğitimli tabakası arasında neredeyse evrensel bir kabule ma...