Modern biyolojide sıkça kullanılan “Evrim bir gerçektir (fact)” ifadesi, ilk bakışta net ve güçlü görünüyor. Ancak bu ifade, çoğu zaman fark edilmeden, farklı epistemik düzeylere ait iddiaları tek bir başlık altında topluyor ve bu durum, özellikle makro evrimin çekirdek iddiası söz konusu olduğunda kavramsal bir bulanıklık üretiyor.
Bu yazının amacı, evrim teorisini reddetmek ya da savunmak değil; hangi iddianın ne tür bir bilimsel statüye sahip olduğunu açıkça ayırmaktır. Çünkü bilimsel ciddiyet, çoğu zaman iddiaların doğruluğundan ziyade, hangi düzeyde ileri sürüldüklerinin açıkça belirtilmesine bağlıdır.
Olgu, model ve teori: Kavramsal zemin
Bilimsel bilginin yapısını anlamak için üç temel kavramın ayrımını yapmak gerekir: olgu, model ve teori.
Olgular, doğrudan gözlenen veya ölçülen düzenliliklerdir. Evrim bağlamında buna örnek olarak şunlar verilebilir: Fosil kayıtlarında canlıların belirli bir zaman sırasına göre dizilmesi; DNA dizileri arasında ölçülebilir benzerlik ve farklılıkların bulunması; popülasyonlarda gen frekanslarının zamanla değişmesi. Örneğin fosil kayıtlarında, daha eski (derin) jeolojik katmanlarda daha erken ve basit yaşam formları; daha genç (üst) katmanlarda ise daha sonra ortaya çıkmış ve genellikle daha karmaşık formlar bulunur. Bu, tek tek fosillerin yorumundan bağımsız bir zaman düzenidir ve olgu düzeyindedir.
Teoriler, bu olguları birleştiren ve açıklayan çerçevelerdir. Teori, “ne gözlüyoruz?” sorusuyla yetinmez; “neden böyle?” sorusuna cevap arar. Bu bakımdan teori, her zaman gözlemsel düzeyin bir adım ötesindedir. Olgular tek tek veri noktalarıdır; teori ise bu noktalar arasında anlamlı bir yapı kurar.
Modeller ise teori ile olgular arasında çalışan araçlardır. Modeller, teorik ilkeleri somut durumlara uygulamak, veriyi temsil etmek, hesaplama yapmak ya da simülasyon üretmek için kullanılır. Bazen doğrudan teoriye dayanırlar; bazen de teoriye tam bağlanmadan, yalnızca veriye uyum sağlayan fenomenolojik veya istatistiksel yapılar olarak iş görürler. Model, çoğu zaman teori ile olgu arasında esnek bir köprü görevi görür.
Evrimde gözlenen olgular neyi gösterir?
Evrim tartışmasında çoğu zaman “fact” olarak anılan şeylerin büyük bir kısmı, aslında bu tür olgusal verilerdir.
Fosil kayıtlarındaki düzen buna tipik bir örnektir. Dünya’nın farklı bölgelerinde ve farklı araştırma ekipleri tarafından incelenen fosil katmanları, belirli canlı gruplarının belirli jeolojik dönemlerle sınırlı olduğunu gösterir. Örneğin, dinozor fosilleri modern memelilerin baskın olduğu katmanlardan önce yer alır; insan fosilleri ise çok daha geç katmanlarda görülür. Bu düzen, belirli bir teoriye bağlı olmadan tanımlanabilen bir olgudur.
Benzer şekilde, canlılar arasındaki genetik benzerlikler ölçülebilir ve nicel olarak ifade edilebilir. İnsan DNA’sının şempanzeye, şempanzenin diğer memelilere, memelilerin ise daha uzak gruplara kademeli biçimde benzemesi, gözlemsel bir veridir.
ERV (Endojen Retrovirüsler): Genom içindeki tarihsel izler
Genetik benzerlikler bağlamında sıkça başvurulan bir başka olgu, ERV (endogenous retrovirus) olarak adlandırılan genomik dizilerdir. Retrovirüsler, çoğalırken genetik materyallerini konak hücrenin DNA’sına entegre edebilen virüslerdir. Bu entegrasyon, eğer üreme hücrelerinde gerçekleşirse, ortaya çıkan viral dizi kalıtıma girer ve nesiller boyunca taşınabilir. Zamanla bu diziler çoğunlukla işlevsizleşir; mutasyonlar birikir ve söz konusu viral kökenli diziler genomda “kalıntı” hâline gelir. Bu kalıntılar, bugün canlı genomlarında tespit edilebilir, karşılaştırılabilir ve biyoinformatik yöntemlerle ayrıntılı biçimde haritalanabilir durumdadır.
ERV olgusunun bilimsel tartışmadaki önemi, yalnızca bu tür dizilerin varlığından değil, farklı türlerin genomlarında benzer konumlarda (lokuslarda) bulunmalarından kaynaklanır. Bazı ERV dizileri, yalnızca dizilim benzerliği açısından değil, genom içindeki yerleşimleri bakımından da dikkate değer paralellikler gösterir. Ortak ata çerçevesi, bu durumu şu şekilde yorumlar: Belirli bir retroviral entegrasyon olayı geçmişte ortak bir atanın genomunda meydana gelmiş; daha sonra soylar ayrıldıkça bu iz, farklı türlere miras kalmıştır. Bu okuma, ERV’leri genetik benzerliklerin ötesine taşıyarak, onları zaman içinde aktarılmış tarihsel izler olarak görür ve ortak ata fikrine güçlü bir destek sağlar.
Bununla birlikte, ERV olgusunun da yoruma bakan bir yüzü vardır. Birincisi, “retroviral kökenli diziler” ile “retroviral benzeri diziler” arasında pratikte karmaşık sınıflamalar bulunur ve genomda tekrar eden motifler ile yerleşim örüntülerinin nasıl oluştuğu her zaman tek tip bir mekanizmaya indirgenemez. İkincisi, ortak ata açıklaması ERV olgusu için güçlü bir anlatı sunsa da, bu anlatının mekanizma yeterliliği tartışmasından ayrı tutulması gerekir: ERV’lerin varlığı, öncelikle bir tarihsel iz okumasını güçlendirir; fakat “büyük ölçekli biyolojik yeniliklerin kör süreçlerle zorunlu olarak üretildiği” gibi daha ileri bir çekirdek iddiayı tek başına doğrudan kanıtlamaz. Bu nedenle ERV, bu yazıda yaptığımız ayrımı pekiştiren iyi bir örnektir: aynı veri, güçlü bir tarihsel çıkarımı (ortak ata) destekleyebilir; fakat buradan ontolojik ve mekanizma-temelli sonuçlara geçerken yine ekstrapolasyon ve yorum katmanları devreye girer. Dolayısıyla bu olgunun büyük ölçekli biyolojik yeniliklerin hangi mekanizmalarla ortaya çıktığı sorusuna doğrudan ve zorunlu bir cevap verdiği söylenemez. Başka bir deyişle, ERV’ler ortak ata çıkarımını epistemik olarak güçlendirir; fakat “doğal seçilim ve kör süreçlerin tüm biyolojik karmaşıklığı üretmeye yeterli olduğu” şeklindeki makro evrim çekirdek iddiası için tek başına bağımsız bir mekanizma kanıtı oluşturmaz.
Homolog yapılar ne demektir?
Bu noktada sıkça geçen “homolog yapılar” kavramını açıklamak gerekir. Homolog yapılar, farklı canlı türlerinde görülen fakat aynı temel yapısal plana sahip organlardır. Örneğin insan kolu, yarasa kanadı ve balina yüzgeci işlev bakımından farklıdır; biri tutmaya, biri uçmaya, biri yüzmeye yarar. Ancak kemik dizilimleri ve temel anatomik planları aynıdır. Bu benzerlik, yalnızca dış görünüşe değil, iç yapıya ilişkindir.
Homologluk bir olgudur: kemikler gerçekten bu şekilde dizilidir ve ölçülebilir. Ancak bu olgunun neden böyle olduğu, yani bu yapıların nasıl ortaya çıktığı, teorik bir açıklama gerektirir. Ortak ata veya ortak tasarım fikirleri, bu olguyu birleştiren güçlü bir tarihsel açıklama sunar.
Bir başka olgu, mikro (tür içi) evrim düzeyinde gözlenen değişimlerdir. Popülasyonların çevresel baskılara bağlı olarak özellik değiştirmesi, antibiyotik direncinin artması ya da tarımda yapay seçilimle belirli özelliklerin güçlendirilmesi doğrudan gözlenen süreçlerdir.
Daha nötr bir ifade
Bu tür gözlemlerden söz ederken, “evrim” ifadesi çoğu zaman farkında olmadan makro evrimi çağrıştıran bir anlam yükü taşır. Oysa burada kastedilen, canlıların tür içi popülasyonlarında kalıtılabilir özelliklerin zaman içinde değişmesi gibi daha sınırlı ve doğrudan gözlenen bir olgudur. Bu tür değişimler, büyük ölçekli biyolojik yeniliklerin nasıl ortaya çıktığı sorusundan bağımsız olarak da tanımlanabilir.
Bu noktada henüz “makro evrim” ya da “kör süreçlerin yeterliliği” gibi iddialara geçilmiş değildir. Ortada yalnızca düzenli, tekrar edilebilir olgular vardır.
Analojik bir uyarı: Araçlar, homologluk ve çıkarım sınırı
Homologluk olgusunu daha iyi kavramak için biyoloji dışı bir analoji faydalı olabilir. Günümüzde kullanılan hareketli araçlara bakıldığında — otomobiller, uçaklar ve denizaltılar gibi — farklı işlevlere sahip sistemlerin benzer alt-yapısal planları paylaştığı görülür. Tekerlekli araçlar, raylı sistemler ya da paletli taşıtlar farklı amaçlara hizmet etseler de; güç üretimi, aktarma, yönlendirme ve dengeleme gibi alt sistemler çoğu zaman benzer mimarilerle tekrar edilir. Bu benzerlikler, yüzeysel bir benzetmenin ötesinde, iç yapısal düzen ve parça yerleşimi düzeyinde ortaya çıkar.
Bu anlamda, biyolojide “homolog” denilen düzenle yapısal bir paralellik kurulabilir. Ancak bu paralellik, bizi otomatik olarak “bu araçlar ortak bir atadan, kör süreçlerle evrimleşmiştir” sonucuna götürmez. Aksine, araçlardaki bu benzerlikler neredeyse herkes tarafından ortak tasarım ilkeleri, mühendislik kısıtları, modüler yeniden kullanım ve çözüm uzayının sınırlılığı gibi etkenlerle açıklanır. Aynı problemler benzer çözümleri doğurur; fakat bu çözümler rastlantısal bir arama sürecinin değil, bilinçli tasarım kararlarının ürünüdür.
Bu analoji şu kritik noktayı görünür kılar: Yapısal benzerlik ve ortak planın varlığı, tek başına bu benzerliğin hangi tür süreçlerle ortaya çıktığını belirlemez. Aynı olgu, hem “ortak atadan miras + değişim” hem de “ortak tasarım / yeniden kullanım” çerçevesiyle uyumlu olabilir. Dolayısıyla homologluk, güçlü bir olgudur; fakat bu olgudan “kör süreçlerin zorunlu olarak yeterli olduğu” sonucu, mantıksal olarak otomatik biçimde çıkmaz. Asıl tartışma, benzerliğin varlığında değil; bu benzerliği ürettiği iddia edilen mekanizmaların yeterliliğinde başlar.
Büyük ve karmaşık mühendislik sistemlerinde — örneğin yazılım projelerinde ya da endüstriyel makine tasarımlarında — önceki sürümlerden kalan kod parçaları, modüller ya da yapısal izler sıklıkla görülür. Bu izler, sistemin tarihine dair güçlü ipuçları sunar: hangi sürümden türediği, hangi modülün nerede yeniden kullanıldığı, hangi değişikliklerin zaman içinde yapıldığı gibi. Ancak bu izlerin varlığı, sistemin kör ve yönsüz süreçlerle mi yoksa bilinçli tasarım kararlarıyla mı geliştirildiğini tek başına belirlemez. Aynı şekilde ERV’ler de, genomda “önceki durumlara ait izler” olarak güçlü bir tarihsel okuma sağlar; fakat bu izlerin varlığından, süreçlerin zorunlu olarak yönsüz ve tasarımsız olduğu sonucuna otomatik biçimde geçilemez. Analojinin gösterdiği şey şudur: Tarihsel izler, geçmişi aydınlatır; ama o geçmişin hangi tür nedenselliklerle şekillendiğini tek başına tayin etmez.
Ortak ata: Güçlü bir tarihsel çıkarım
Bu olgular bir araya getirildiğinde ortaya çıkan sonuçlardan biri ortak ata fikridir. Ortak ata, canlıların zaman içinde dallanarak çoğaldığını ve farklı türlerin ortak geçmişlere sahip olduğunu ileri sürer.
Bu iddia, doğrudan gözlenmiş bir olay değildir; geçmişe dair bir tarihsel çıkarımdır. Ancak fosil düzeni, genetik benzerlikler, homolog yapılar ve biyocoğrafik dağılımlar gibi birbirinden bağımsız veri hatlarının aynı sonuca işaret etmesi, bu çıkarımı son derece güçlü kılar.
Bu nedenle ortak ata, bilimsel pratikte sıklıkla “olgu” gibi anılır. Buradaki “olgu”, felsefi anlamda çıplak gözlem değil; çok yüksek güvenle kabul edilen tarihsel bir sonuç anlamındadır. Bu kullanım, modern bilimsel bağlamda büyük ölçüde makul kabul edilir.
Ortak ata neden fiilen makro evrimi çağrıştırıyor?
Mantıksal olarak bakıldığında, ortak ata fikri ile makro evrimin çekirdek iddiası aynı şey değildir. Ortak ata, canlıların tarihsel olarak dallanmış bir soy ağacı içinde ilişkilendirilebileceğini söyler; makro evrim ise bu dallanmanın hangi mekanizmalarla ve ne ölçüde gerçekleştiğine dair daha güçlü bir iddia ortaya koyar.
Buna rağmen, pratikte ve özellikle popüler bilim anlatılarında ortak ata fikri çoğu zaman makro evrimi de örtük biçimde çağrıştırır. Bunun temel nedeni, ortak ata anlatısının çoğunlukla doğal seçilim ve kör süreçler üzerinden kurulan geniş bir açıklama çerçevesi içinde sunulmasıdır. Böylece “ortak ata”, yalnızca tarihsel bir sonuç olarak değil, aynı zamanda bu sonucun doğal mekanizmalarla zorunlu olarak ortaya çıktığı varsayımıyla birlikte düşünülür.
Bu durum, kavramsal bir zorunluluktan değil, anlatısal bir paketlemeden kaynaklanır. Bu paketleme fark edilmediğinde, ortak ataya yönelik yüksek epistemik güven, farkında olmadan makro evrimin çekirdek iddiasına da aktarılmış olur.
Ekstrapolasyon: Gözlemden teoriye geçişin anahtarı
Makro evrim tartışmasının kilit kavramlarından biri ekstrapolasyondur.
Ekstrapolasyon, doğrudan gözlenen veya güvenilir biçimde test edilen bir süreçten hareketle, daha geniş bir ölçek, zaman dilimi veya bağlam hakkında sonuç çıkarmaktır. Bilimsel düşüncede ekstrapolasyon kaçınılmazdır; ancak her ekstrapolasyon, gözlemle aynı epistemik ağırlığa sahip değildir.
Basit bir örnekle: Bir metalin belirli bir sıcaklık aralığında ısıtıldıkça genleştiğini gözlemlemek olgudur. Bu ilişkiyi biraz daha yüksek sıcaklıklara taşımak makul bir ekstrapolasyondur. Ancak bu genellemeyi metalin eridiği ya da faz değiştirdiği koşullara kadar uzatmak, artık güvenilir olmayabilir.
Evrimde de benzer bir durum söz konusudur. Mikro düzeyde, yani kalıtılabilir özelliklerin popülasyonlar içinde değiştiği ölçekte, doğal seçilim ve genetik süreçlerin işlediği doğrudan gözlemlenmiştir. Ancak bu süreçlerin, milyonlarca yıl boyunca, tüm büyük biyolojik yenilikleri hiçbir ek ilke gerektirmeden üretebildiği iddiası, doğrudan gözlem değil; teorik bir ekstrapolasyondur.
Ekstrapolasyon gerçekten “mümkünlük” gösterir mi?
Ekstrapolasyonun çoğu zaman yaptığı şey, “şu mekanizma bu sonucu gerçekten üretebilir” anlamında bir mümkünlük ispatı vermek değildir. Daha sınırlı bir şey sunar: belirli varsayımlar altında, seçilen model çerçevesiyle olgular arasında tutarlılık ve bazen uyum sağlar. Bu, mantıksal olarak “mümkündür” sonucunu zorunlu kılmaz; yalnızca “bu anlatı mevcut verilerle çelişmiyor” ya da “verileri belirli bir hikâye içinde düzenliyor” demektir.
Bu ayrım özellikle makro evrim çekirdek iddiasında kritiktir. Mikro ölçekte gözlenen süreçlerin, makro ölçekte tüm büyük biyolojik yenilikleri üretmeye yeterli olduğu iddiası, çoğu zaman doğrudan üretkenlik gösteren bir hesapla değil; bu süreçlerin “yeterince uzun sürede her şeyi yapabileceği” varsayımını taşıyan genişletilmiş bir anlatıyla desteklenir. Bu nedenle ekstrapolasyon, okuyucuda “olmalı” hissi yaratabilir; ancak bu, mekanizmanın gerçekten yeterli olduğunu gösteren bağımsız bir mümkünlük kanıtı değildir. Bu noktada ekstrapolasyon, bilimsel bir ispat olmaktan ziyade, psikolojik olarak ikna edici bir tamamlayıcı hikâye işlevi görür.
Makro evrim çekirdek iddiasının epistemik ve ontik statüsü
Makro evrimin çekirdek iddiası genellikle şu şekilde ifade edilir: Doğal seçilim ve kör süreçler (mutasyon, genetik sürüklenme vb), tasarım ya da yönlendirici herhangi bir ilke olmaksızın, tüm biyolojik karmaşıklığı açıklamaya yeterlidir.
Epistemik açıdan bu iddia, geniş bir veri kümesini birleştiren, güçlü modellerle desteklenen ve modern bilimsel anlamda meşru kabul edilen bir teorik çerçevedir. Bu yönüyle ciddiye alınması gerekir.
“Ab initio / ilk ilkeler”den gelen açıklama ne demektir (ve ne değildir)?
“İlk ilkelerden (ab initio)” gelen bir açıklama ifadesiyle kastedilen şey, mümkün olduğunca az ad hoc (belli bir amaca matuf, durumu kurtarmak için anlık olarak uydurulmuş) varsayımla, fiziksel, kimyasal ve biyofiziksel temel mekanizmaları ve kısıtları esas alarak, model parametrelerini dışarıdan neredeyse hiç kalibre etmeden belirleyip, bu mekanizmaların kendi iç dinamiğiyle büyük ölçekli biyolojik yenilikleri üretmesini gösterebilen bir çerçeve anlamına gelir. Başlangıç koşulları bu çerçevenin yalnızca bir bileşenidir; asıl mesele, mekanizmanın üretkenliğinin ve nicel yeterliliğinin bağımsız biçimde ortaya konmasıdır.
Ab initio bir modelin yokluğu ne anlama gelir?
Ancak makro evrimin bu çekirdek iddiasını destekleyen, bu anlamda ilk ilkelerden başlayan, yani temel mekanizmaların kendi başına büyük biyolojik yenilikleri üretmeye zorunlu olarak yeterli olduğunu gösteren kapsamlı bir model mevcut değildir. Günümüzde kullanılan modellerin büyük çoğunluğu, geçmiş veriye kalibre edilmiş, ortalama davranışları yakalayan ve sonucu baştan varsayan çerçevelerdir.
Bu durum, bu modellerin değersiz olduğu anlamına gelmez. Ancak şu anlama gelir: Makro evrimin çekirdek iddiası, mekanizmanın gerçekten yeterli olduğunu ilk prensiplerden zorunlu olarak gösteren bir hesaplamaya değil; başarılı açıklamalara, uyuma ve ekstrapolasyona dayanır. Yani “bunun böyle olması mümkündür” bile güçlü biçimde gösterilmiş olmaz; en fazla, belirli bir anlatının verilerle çatışmadığı ve beklentilerle uyumlu olduğu söylenebilir.
Ontik açıdan, yani “doğada gerçekten yalnızca bu süreçler mi vardır ve bunlar hakikaten yeterli midir?” sorusu açısından durum daha da hassastır. Burada, model başarısından ve açıklayıcı güçten, ontolojik ve zorunlu bir iddiaya geçilmektedir. Halbuki bu geçiş mantıksal olarak zorunlu değildir.
Bilim tarihinde bunun benzerleri vardır. Newton mekaniği, olağanüstü epistemik başarı göstermiştir; fakat uzay ve zamanın ontolojisi konusunda bugün daha farklı bir anlayışa sahibiz. Epistemik başarı, ontik kesinlik anlamına gelmez.
Aynı olguların farklı yorumları: makro evrimci ve tasarımcı çerçeveler
Buraya kadar söz edilen fosil düzeni, genetik benzerlikler, homolog yapılar ve biyocoğrafik dağılımlar gibi veriler, yoruma açık olmayan olgulardır. Tartışma, bu olguların varlığında değil; nasıl yorumlanmaları gerektiğinde başlar.
Makro evrimci yorum, bu olguları kör süreçlerin uzun zaman ölçeklerindeki birikimli etkisinin sonucu olarak okur. Homolog yapılar, ortak atadan miras alınmış yapılardır; fosil dizilimi, bu mirasın tarihsel izlerini gösterir. Bu çerçevede, doğal seçilim ve diğer evrimsel mekanizmalar, büyük biyolojik yenilikleri açıklamak için yeterli kabul edilir.
Tasarımcı yorum ise aynı olguları farklı bir ontik çerçevede ele alır. Ortak yapısal planların tekrar etmesi, zorunlu olarak kör süreçlerin ürünü olmak zorunda değildir; bu tekrar, ortak bir tasarım mantığının, kısıtlı bir çözüm uzayının (ontik zorunlulukların) ya da yönlendirici ilkelerin yansıması olarak da yorumlanabilir. Fosil kayıtlarındaki düzenlilikler, tarihsel bir süreçle uyumlu olmakla birlikte, bu sürecin tamamen yönsüz olduğu sonucunu zorunlu kılmaz.
Buradaki kritik nokta şudur: Her iki yaklaşım da aynı olguları kabul eder, ancak bu olgulara yüklenen açıklayıcı çerçeve farklıdır. Bilimsel tartışma tam da bu noktada, yani veri ile onu açıklamak için seçilen ontik hikâye arasındaki mesafede gerçekleşir.
Sonuç: Sorun nerede başlıyor?
Sorun, makro evrimci yorumun ya da ortak ata fikrinin modern bilimsel değerinde değildir. Sorun, farklı epistemik düzeylerdeki iddiaların aynı “fact” etiketi altında sunulmasıdır.
Ortak ata, güçlü tarihsel verilerle desteklenen bir çıkarımdır ve bu anlamda yüksek güven düzeyine sahiptir, ancak ortak tasarım yorumunu ontik anlamda geçersiz kılmaz. Makro evrimin çekirdek iddiası ise, mikro ölçekte gözlenen süreçlerin büyük ölçeklere taşınmasına dayanan, kaçınılmaz olarak ekstrapolatif bir teorik iddiadır.
Bilim, bu ayrımı açıkça koruduğunda zayıflamaz; aksine kavramsal olarak daha sağlam hâle gelir. Gerçek bilimsel güç, nerede gözlem yaptığını, nerede çıkarımda bulunduğunu ve nerede ekstrapolasyon yaptığını açıkça söyleyebilmekte yatar.
“Ama bilimin tamamı zaten ekstrapolasyon değil mi?”
Bu noktada sıkça dile getirilen bir itiraz vardır: “Bilim zaten her zaman ekstrapolasyon yapmaz mı? O hâlde makro evrim için yapılan ekstrapolasyon neden problemli olsun?”
Bu itiraz ilk bakışta makul görünür; çünkü gerçekten de bilim, gözlemlerin ötesine geçmeden ilerleyemez. Ancak burada kritik olan, her ekstrapolasyonun aynı epistemik statüye sahip olmadığıdır.
Modern bilimde güçlü ekstrapolasyonlar, genellikle üç özelliği birlikte taşır: Birincisi, ekstrapole edilen mekanizma doğrudan ve ayrıntılı biçimde anlaşılmıştır. İkincisi, bu mekanizmanın parametreleri bağımsız olarak ölçülebilir ve sınırlandırılabilirdir. Üçüncüsü ise, ekstrapolasyonun ulaştığı sonuçlar yeni ve riskli öngörüler üretir; bu öngörüler yanlışlanabilir ve test edilebilir.
Örneğin gezegen hareketlerini Newton mekaniğiyle ileriye doğru tahmin etmek bir ekstrapolasyondur; fakat bu, gezegenlerin gerçekten bu şekilde hareket ettiğini üreten mekanizmanın nicel olarak anlaşılmış olmasına dayanır. Benzer şekilde, elektromanyetik teorilerde veya mühendislikte yapılan ekstrapolasyonlar, sistemin temel dinamiğinin üretkenliği gösterildiği için güçlüdür.
Makro evrim çekirdek iddiasında ise durum farklıdır. Burada ekstrapolasyon, büyük ölçüde mekanizmanın üretkenliğini doğrudan gösteren bağımsız bir hesaplamaya değil; mikro ölçekte gözlenen süreçlerin “yeterince uzun sürede her şeyi yapabileceği” varsayımına dayanır. Bu varsayım, olgularla açıkça çelişmediği için kabul edilebilir bulunur; ancak bu, onu güçlü bir ekstrapolasyon hâline getirmez.
Dolayısıyla sorun, ekstrapolasyon yapılması değil; ekstrapolasyonun, sahip olmadığı bir kanıt gücüyle sunulmasıdır. Bilim her zaman ekstrapolasyon yapar; fakat bilimsel titizlik, hangi ekstrapolasyonun güçlü, hangisinin zayıf olduğunu açıkça ayırt etmeyi gerektirir.
Okuyucuya metodolojik not / uyarı
Bu yazı boyunca yapılan ayrımlar, evrim teorisini “çürütmek” ya da bilimsel çalışmaları değersizleştirmek amacı taşımamaktadır. Amaç, bilimsel iddiaların hangi epistemik düzeyde ileri sürüldüğünü açıkça görünür kılmaktır.
Bilimde bir iddianın yaygın kabul görmesi, onun otomatik olarak ontolojik bir zorunluluk hâline geldiği anlamına gelmez. “En iyi açıklama” olmak, “tek mümkün açıklama” olmakla aynı şey değildir. Özellikle tarihsel bilimlerde, açıklayıcı çerçeveler çoğu zaman veriyi düzenleyen ve anlamlandıran anlatısal yapılar da içerir.
Okuyucu için önemli olan şudur: Bir iddiayı değerlendirirken, onun doğrudan gözleme mi, güçlü tarihsel çıkarıma mı, modele dayalı açıklamaya mı, yoksa ekstrapolatif bir yoruma mı dayandığını ayırt edebilmek.
Bu ayrımı yapmak, bilime güvensizlik değil; tam tersine bilimsel düşünceye sadakattir. Bilim, sınırlarının nerede başladığını ve nerede bittiğini açıkça ifade edebildiği ölçüde güçlüdür. Kavramsal netlik, bilimin düşmanı değil, en önemli güvencesidir.
Bilimde olgu, model ve teori aynı şey değildir. Olgular doğrudan gözlenen/ölçülen düzenliliklerdir; teoriler bu olguları açıklayan çerçevelerdir; modeller ise teori ile olgu arasında çalışan araçlardır. Teori, gözlemsel düzeyin bir adım ötesine geçer.
Evrim bağlamında “fact” diye sunulan pek çok şey olgusal verilerdir: fosil kayıtlarındaki zaman düzeni, genetik benzerlikler, homolog yapılar ve popülasyonlarda gözlenen kalıtılabilir değişimler gibi.
ERV (endojen retrovirüs) olgusu, genomlarda ölçülebilir ve karşılaştırılabilir tarihsel izler sunar ve bu yönüyle ortak ata çıkarımını güçlü biçimde destekler. Ancak ERV’lerin varlığı, esas olarak tarihsel ilişkiyi aydınlatır; büyük ölçekli biyolojik yeniliklerin hangi mekanizmalarla ve hangi ontik çerçevede ortaya çıktığı sorusuna tek başına zorunlu bir cevap vermez. Bu nedenle ERV, olgu → tarihsel çıkarım → mekanizma yeterliliği ayrımının karıştırılmaması gerektiğini gösteren iyi bir örnektir.
Ortak ata, bu olguların birleştirilmesiyle elde edilen güçlü bir tarihsel çıkarımdır. Doğrudan gözlenmiş değildir; ancak bağımsız kanıt hatlarının kesişmesi nedeniyle yüksek güven düzeyine sahiptir.
Makro evrimin çekirdek iddiası ise daha ileri bir düzeydedir: doğal seçilim ve kör süreçlerin, hiçbir yönlendirici ilke gerekmeden, tüm büyük biyolojik yenilikleri üretmeye yeterli olduğu iddiası ekstrapolatif ve teorik bir yorumdur.
Makro evrim için kullanılan modeller çoğunlukla fenomenolojik ve kalibre edilmiştir. Bu modeller verilerle uyumlu anlatılar sunabilir; ancak mekanizmanın gerçekten yeterli olduğunu ilk ilkelerden (ab initio) üretken biçimde zorunlu kılan kapsamlı bir çerçeve sunmaz.
Bu nedenle ekstrapolasyonlar çoğu zaman güçlü bir “mümkünlük ispatı” vermekten çok, verilerle çelişmeyen anlatısal tutarlılıklar sağlar. Bilimde ekstrapolasyon kaçınılmazdır; ancak her ekstrapolasyon aynı kanıt gücüne sahip değildir.
Yazının temel iddiası şudur: Makro evrimin çekirdek iddiasını, ortak ata/tasarım ya da gözlemsel olgularla aynı epistemik düzeyde “fact” olarak sunmak, kategori hatasına yol açar. Bilimsel dürüstlük, gözlem–çıkarım–ekstrapolasyon sınırlarını açıkça korumayı gerektirir.

Yorumlar
Yorum Gönder