Ana içeriğe atla

Keeling Eğrisi ve Küresel Isınma



Charles David Keeling (20 Nisan 1928, 20 Haziran 2005), 1948 yılında İllinois Üniversitesi Kimya Bölümü’nden mezun olduktan sonra 1954 yılında Northwestern Üniversitesi Kimya Doktorasını aldı. Bir kaç yıl Caltech’de doktora sonrası araştırmacı olarak çalıştı ve 1956 yılında sonraki 43 yıl boyunca çalışacağı Scripps Deniz Bilimleri Enstitüsüne katıldı. Caltech’deyken ilk kez atmosferik numunelerin karbondioksit (CO2) miktarını ölçen bir alet geliştirdi.

Dr. Keeling, Deniz Bilimleri Enstitüsüne katıldıktan sonra Hawaii’nin Mauna Loa isimli volkanında deniz seviyesinden 3000 metre yukarıya havadaki CO2 miktarını ölçmek üzere bir gözlem üssü kurdu ve 1958 yılında ilk ölçümleri almaya başladı. Hawaii’nin ve o yüksekliğin seçilmesinin nedeni yerel sanayii ve bitki örtüsünden mümkün olduğunca az etkilenmekti. Hawaii, sanayileşmiş Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarıyla Rusya ve Japonya gibi Asya ülkelerinden yeterince uzaktaydı. İlk iki yıllık ölçümlerden sonra 1960 yılında, havadaki CO2 miktarının mevsimlere bağlı olarak değiştiğini açıkladı. Kuzey yarım kürede kışın bittiği ve baharın başladığı aylarda CO2 yıl içindeki en yüksek seviyesine ulaşıyor, yeşil bitkilerin çoğalıp büyüdüğü yazın başlarında ise en düşük seviyesine iniyordu. Bundan bir yıl sonra 1961 de topladığı verilere dayanarak atmosferdeki CO2 miktarının her geçen yıl arttığını ilk kez tüm dünyaya duyurdu. Bu verilerin oluşturduğu grafiğe “Keeling Eğrisi” denir ve bu eğri iklim değişimleriyle ilgilenen bilim dalının bir ikonu haline gelmiştir. Aşağıdaki grafik son 300 yıl için Keeling Eğrisi’ni göstermektedir. Bu grafikte 1958 yılından öncesi için buzullardan elde edilen veriler kullanılmıştır.

Dr. Keeling Mauna Loa’daki ölçümlerini yaklaşık 50 yıl boyunca sürdürdü. Bu arada oğullarından Ralph babasınınkine benzer bir kariyer seçti ve ölçümleri almaya hala devam ediyor. Bu ölçümler dünyada en uzun süredir toplanan verilerden birini oluşturuyor. 1958 yılının mart ayında yapılan ölçümler o zaman atmosferdeki CO2 miktarının 315 ppm olduğunu gösteriyordu. Bu, 1 kg havanın içinde 315 mg CO2 olduğu anlamına gelir. Geçtiğimiz günlerde söz konusu oran 400 ppm i geçti ve bu haber The Economist ve Nature gibi iki saygın dergide duyuruldu. Bu son oran, son 55 yılda yaklaşık %27 lik bir artış demektir. 1960 larda atmosferdeki CO2 miktarı yılda 0.7 ppm artıyordu, şimdi ise bu artış 2.1 ppm e ulaşmış durumda. Yani 1960 lara göre atmosferdeki CO2 miktarının yıllık artışı üç katı hıza ulaştı.

Sanayi devriminden önce bu miktar 280 ppm kadardı. Sanayileşme ile başlayan ve hızla artan fosil yakıtların kullanımı CO2 salımını sürekli artırdı. 1960 ların başında insan oğlunun neden olduğu yıllık CO2 salımı 2.5 milyar ton kadardı. Küresel Karbon Proje’sinin üyeleri bu rakamın 2011 yılı için 10.4 milyar ton olduğunu tahmin ediyorlar. Dünyada CO2 i doğal yollarla emen iki büyük küvetten biri okyanuslar diğeri ise karalardaki yeşil bitki örtüsüdür. Bazı bilim adamları bu iki büyük küvetin şimdiden tıkanmaya başladıklarını yani artık bu artışı telafi edemeyecek duruma geldiklerini söylerken kimi bilimadamları onlara katılmıyor.

CO2, su buharı (H2O), metan (CH4), nitro oksit (N2O) ve ozon (O3) gibi sera etkisi yapan gazlardan birisidir. Yer küre ısısının bir kısmını radyasyon yoluyla atmosfere ve dış uzaya gönderir. Ancak atmosferdeki sera gazları söz konusu radyasyonun bir bölümünü emer ve sonra her yönde tekrar yayarlar. Yani yer kürenin dışarıya vermek istediği ısı enerjisinin bir kısmı bu gazlar sayesinde yer yüzüne geri döner. Bu yüzden atmosferdeki sera gazlarının miktarı arttıkça dünyanın ısısı artar. Buna küresel ısınma denir.

1992 yılında Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde 172 devletin katıldığı, bunların 108 inin devlet başkanları tarafından temsil edildiği Birleşmiş Milletler Çevre ve Gelişme Konferansı (UNCED) yapıldı. Dünya zirvesi olarak bilinen bu konferansta yasal bağlayıcılığı olan iki önemli antlaşma imzaya açıldı. Bunlardan İklim Değişimi Hakkındaki Çerçeve Antlaşmasının (UNFCCC) amacı sera etkisine sahip gazların atmosferdeki oranının insan etkisiyle iklim değişiklerine neden olacak kadar yükselmesine engel olmaktı. Mayıs 2011 tarihi itibariyle bu antlaşmayı 194 taraf imzalamıştır. 1997 de Kyoto Protokolüyle gelişmiş ülkelerin sera gazı salımlarını azaltmaları yasal bir zorunluluk haline geldi. 2010 yılındaki Cancun antlaşmasıyla küresel ısınmanın sanayileşme öncesi duruma kıyasla 2 °C yi geçmemesi gerektiği ilan edildi. Küresel ısınmanın 2 °C den daha fazla olmaması için atmosferdeki CO2 miktarının 450 ppm i aşmaması gerekiyor. Mauna Loa’da toplanan verilere göre bu sınır 2037 yılında aşılacak.

Sera gazlarındaki artış ve ormanların yok edilmesine bağlı olan küresel ısınma bu hızla devam ederse muhtemel ne gibi sonuçlarla karşılaşılabilir? Küresel ısınmanın, dünyanın değişik bölgelerinde değişik sonuçlara neden olacağı ön görülmektedir. İlk olarak deniz seviyelerinin yükseleceği, dünyaya düşen yağış miktarı ve yağış deseninin değişeceği, dönence altı çöllerinin genişleyeceği tahmin edilmektedir. Isınmanın etkisi halen kutuplarda buzulların erimesi şeklinde görülmekte ve bu geri çekilme 1850 lerden beri takip edilmektedir. Küresel ısınmanın muhtemel diğer sonuçları değişen sıcaklık rejimlerine bağlı olarak büyük ısı dalgaları, aşırı kuraklık ve ağır yağış gibi sıra dışı hava olaylarının meydana gelmesi, okyanusların asit değerinin artması ve bir çok canlı türünün soyunun tükenmesi şeklinde sıralanmaktadır.

Gelenekselci ekolün kurucusu kabul edilen müslüman düşünür Rene Guenon, insan oğlunun yer yüzündeki macerasında düşünce planında Dekart’la başlayan, sanayileşme ve moderniteyle pratik sonuçları görülen bir sapmadan söz eder. O’na göre modern ve profan bilim ve teknoloji anlayışı ve bu anlayışın sonuçları aslında bir ilerlemeden çok tabii düzenin bozulması ve doğal dengenin kaybolmasına neden olan bir tür gerilemedir. Keeling eğrisi sanki O’nun bu tespitinin somut bir göstergesi gibidir. Gerçekten de Keeling Eğrisi’nin bir killing (ölüm) eğrisine dönüşebileceğinden endişe etmek için yeterince neden var gibi gözüküyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Atomu Görebilir Miyiz?

Alex Klotz 1 Türkçesi: Ali Sebetci Atomların nasıl göründüğünü [araştırmak] için internete baktığınızda şunlara benzer resimler bulursunuz: Bir STM görüntüsü Üst: Bir organik molekülün görsel modeli. Alt: Aynı organik molekülün AFM görüntüsü Bir nanoparçacığın TEM görüntüsü Bu yazıda, bu görüntülerin nasıl elde edildiğinden, tam olarak neye baktığımızdan ve bir atomu görmenin gerçekte ne anlama geldiğinden bahsedeceğim. Gözlerinizle Görün [Yazının başlığındaki] itibari sorunun cevabı “görmek” ile aslında ne demek istediğimize bağlıdır. Bir nesneyi, ondan yayılan veya yansıyan ışık gözlerimize ulaştığında ve [ilgili] sinyal beynimize iletildiğinde görürüz. Çıplak insan gözünün çözünürlüğü yaklaşık 100 mikrondur. Bir atomu diğerinden tefrik eden boyut yaklaşık bir nanometrenin onda biri kadardır ve bir milyon atom genişliğindeki bir toz zerresini zar zor görebiliriz. Dolayısıyla hayır, bir atomu bu anla...

Kuantum Fiziği ve Metafizik

Ali Sebetci Malum, felsefenin metafizik tabir edilen bir alanı var. Metafizik ile kuantum fiziğinin özdeş olduğunu ya da kuantum "mantığının" tüm metafiziği kapsadığını düşünmek bana sorarsanız çok doğru olmaz. Kuantum dili metafiziği anlamada ve anlatmada çok yardımcı olabilir ama fiziksel ve/veya kuantum fiziksel varlık alanı ile metafiziksel varlık alanları birbirleriyle örtüşmezler. Hatta MIT ve UCLA de hocalık yapmış, hem çok ciddi bir matematik ve fizikçi hem de çok sıkı bir katolik olan Wolfgang Smith'e göre Tanrı, ahiret, semavi alem, ontolojik olarak yaşadığımız cismani dünyanın üzerindeyken, gerek klasik gerekse kuantum mekaniksel fiziğin tasvir ettiği dünya cismani dünyanın altındadır. Smith, bu düşüncesini The Quantum Enigma adlı eserinde ayrıntısıyla anlatıyor. Bu kitap, dalga fonksiyonu çöküşünü Aristotelyen hilomorfizme bağlayarak kuantum mekaniğinin geleneksel dini dünya görüşüne uyumlu bir yorumunu sunuyor. Din-bilim ilişkisi, Amerikan ilahiyatç...

Cismani Dünyayı Mı Algılıyoruz?

Wolfgang Smith 1 Türkçesi: Ali Sebetci İnsanoğlu çok eski zamanlardan beri dünyaya gerçekten baktığını varsayıyordu, yani algıladığımız nesnelerin ‘zihinsel’ değil de ‘gerçek’ olduğunu. Yarı karanlıkta bir halatı yılan zannetmek gibi yanlış algılar tabi ki mümkündü, ancak algının hatalı gerçekleşmesine neden olan şartların normalde onun doğru çalıştığını ispatladığı düşünülüyordu. Ayrıca görsel algıyla ilgili bu realist anlayış, Aydınlanma diye bilinen döneme kadar sadece sıradan ve eğitimsiz insanların değil öncü filozofların da benimsediği bir şeydi. Şüphesiz aykırı düşünceler de vardı: söz gelimi Democritus, “ renk, tat ve acının ” sadece varmış gibi göründüğünü, “ aslında sırf atomların ve boşluğun mevcut olduğunu ” iddia ediyordu. Ancak bu düşünce antik dönemin egemen okulları tarafından kararlı bir şekilde reddedildi. Fakat Aydınlanma ile birlikte bu heterodoks Weltanschauung (dünya görüşü) Batı medeniyetinin eğitimli tabakası arasında neredeyse evrensel bir kabule ma...